Table Of Contentİlya Ehrenburg
FIRTINA
İKİNCİ CİLT
Fransızcadan Çeviren
Aydın Emeç
Roman
Fırtına - 2: İlya Ehrenburg
Eserin Rusça Orijinal Adı
Burya (Fırtına, 1946-47)
Çeviren: Aydın Emeç
Genel Kapak Tasarım: Savaş Çekiç
Kapak Uygulama: Devrim Koçlan
Evrensel Basım Yayın 185
© Evrensel Basım Yayın 2002 - Sertifika No 11015
DOĞA BASIN YAYIN
Dağıtım Ticaret Limited Şirketi
Tarlabaşı Blv. Kamerhatun Mah. Alhatun Sk. No: 25 Beyoğlu / İstanbul
T: 0212 255 25 46 F: 0212 255 25 87
www.evrenselbasim.com - [email protected]
FIRTINA
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
13
Christine Staube, savaştan önce değerli eşya satan bir
dükkâna iş işliyor, emekli memur ve felçli olan babasına
bakıyordu. Otuz altı yaşındaydı; çirkin olmadığı halde
evlenmeyi düşünmüyordu artık. On yıl önce Muhasebeci
Zimmer kendisine kur yapmıştı; Christine'i sinemaya,
pastanelere götürüyordu. Babası damat adayının kimliğini
öğrenince, bağıra çağıra Christine'in görevini unuttuğunu
tekrarlamaya koyuldu; genç bir kız en önemli adımını
atmadan önce iyi düşünmeliydi; dilediği kararı vermesine
karışmazdı, hasta ve yaşlıydı, ama çeyiz olarak bir fenik bile
alamazdı kendisinden. Christine, buluşma yerine gözyaşları
içinde geldi. "Her şeye razıyım," dedi sevgilisine. "İstersen
şimdi... Ama babam evlenmemize karşı çıkıyor. Ev onun
adına kayıtlı. Hayatımı iyi kazanıyorum, ama bunun dışında
beş kuruşum yok..." Gustav'ın cevabı şu oldu: "Ben maddeye
düşkün bir insan değilim; çeyizin olmasa da seviyorum
seni..." O gün çabucak ayrıldı Christine'den; yapacak bir sürü
işi vardı. Christine, Gustav'ı bir daha görmedi. Kalbi bir
parçası koparılmış, kimsenin el sürmediği ekmek gibi
kuruyordu. Ara sıra ağladığı olurdu: Babam ölünce
yapayalnız kalacağım. Ara sıra da karmakarışık düşlere dalar
giderdi: Öldüğünde evi satıp evlenirim. Kırk yaşındaki
kadınların bile isteyeni çıkıyor...
Babası eninde sonunda öldü; ama öldüğünde 1942 yılının
Mart ayıydı. Evi satmak olanaksızlaşmıştı: İngiliz uçaklarının
saldırısından sonra istasyona yakın mahalleler boşaltılmıştı.
Christine evlenmeyi düşünemezdi artık, yirmi yaşındaki
güzelleri bile isteyen yoktu; kimse leyleklerle süslü sabahlık
ya da süsen çiçeği işli örtü almaya yanaşmıyordu. Christine,
Rusya'dan getirilen kadınların bulunduğu bir toplama
kampında baraka amiri oldu. Bay Kirchoff şöyle demişti:
"Adi suçlu değil bunlar; Rusların hayatı bizimkine
benzemediği için hepsini toplama kampına aldık. Sert
davranın, ama haksızlık yapmayın; Rusların çocuktan farksız
olduğunu unutmayın..."
Christine, yaradılıştan kötü bir insan değildi. İlk kez mavi
gözlü Varya'yı tokatladığında korktu: Kötü bir şeydi belki bu
yaptığı? Düşününce rahatladı: Bay Kirchoff Rusların
çocuktan farksız olduğunu söylemişti ya... Çocukları her
zaman cezalandırmak gerekirdi nasılsa... Kedinin kuyruğunu
çektiğim ya da bir şey kırdığımda babam sillesini
esirgemezdi... Christine, özellikle en güzel kızları
cezalandırdığını fark etmiyordu. Kamp Doktoru Fussner, on
altı yaşındaki küçük Şura'dan söz ederken: "Murillo'nun
portresi gibi" demişti. Christine kızın eşyalarını karıştırdı ve
iki parça sabun buldu. "Nereden çıktı bunlar?" Şura
susuyordu. Christine onu hırsızlıkla suçladı ve iyice dövdü.
Çocuktu hepsi... Christine Rusları sevmeye başladığını
sanıyordu; gazetelerde söylendiği kadar kötü değillerdi, hem
sonra, Tanrım, nasıl da tatlı şarkı söylüyorlardı!..
Aç, bitkindiler. Bazı akşamlar rahatlamak, içlerini
boşaltmak için şarkı söylerdi kızlar. Bu şarkılar baba evinin,
ananın, sevgilinin özlemiyle doluydu. Christine barakaya
girmesiyle şarkının kesileceğini biliyordu. Bir hırsız gibi
sürünüyor, pencerenin dibine sinip onları dinliyordu. Küf
kokan karanlık oda gözünün önüne geliyordu: İlaçlar,
teyzelerinin solgun fotoğrafları, koltuğundan kımıldamayan
yaşlı bir ihtiyar, uzaklarda bir yerde, yaseminler arasında,
yakışıklı Gustav başka bir kızı öpüyordu... Christine deli gibi
iç geçirirdi: Tanrım, ne kadar da talihsizmişim!..
Galoşka, hepsinden güzel şarkı söylerdi. Eskiden,
"Pickwick-Kulüp"teki arkadaşları şöyle derlerdi: "Hadi
bakalım küçük sırıtkan, bize bir şarkı..." O sıralar sevinçten
uçardı, ama mutsuz aşkları söylerdi hep. Burada, şen türküler
çağırıyordu daha çok. Christine de sinirleniyordu: Bu
yumurcağın neşesi nereden geliyor böyle? Güzel bir sesi var
ama şarkıları bayağı, iyi bir şey bildiği yok... Yine de
Christine dinliyordu onun şarkılarını; sanki az sonra Gustav'la
"şimmi" yapacakmış gibi, olduğu yerde de tepiniyordu
üstelik.
Galoşka, Kiev'de gençlik kuruluşuna kayıtlı arkadaşlarını
bulamamıştı. Havalar düzelince bizimkiler geri döner nasılsa,
diyordu. Ama o korkunç yaz geldi çattı. Almanlar Volga'ya
varmışlardı. Yolda Galoşka'ya rastlayan Steçenko alaycı bir
tavırla göz kırpmış: "Hâlâ çalışıyor musun?" demişti.
"Yakında görürüz Valya'yı: Kızıllar üç aydan fazla
dayanamaz..." Kentin sesi soluğu kesilmişti; Gestapo
ajanlarıyla polisler her yanı tarıyordu. Ağzından kaçan bir söz
yüzünden insanlar tutuklanıyor ve bir daha görünmemek
üzere ortadan kayboluyorlardı. Her yanda rengarenk afişler
gençleri Almanya'ya çağırıyordu: Orada evler rahattı, bol bol
yemek yeniyor, iyi elbiseler giyiliyordu. İlkbaharda Almanlar
yüzlerce genç kızı ülkelerine çekebilmişlerdi. Galoşka'nın
lisede birlikte okuduğu Ksana da yazılmıştı: "Yabancı
ülkelerin nasıl olduğunu görmek istiyorum" diyordu. Galoşka
onu vazgeçirmeye çalıştı: "Yabancı ülkeler mi? Sürgüne
gitmek gibi bir şey bu... Ya seni silah yapmaya zorlarlarsa?
Kardeşin Kızılordu'da, onu öldürmek mi istiyorsun?" "Çok
konuştun," dedi Ksana. "Sen istediğini söyle, ben dışarı
gidecek ve giyinebileceğim" Almanlar, gönüllü kız sayısının
fazla olmadığını görünce zorla gönüllü toplamaya başladılar.
Bu arada Galoşka da enselendi.
Biraz Rusça bilen astsubay, ağlamaklı kadınlara bakıp:
"Alman iyidir," dedi. "Alman öldürmez." Galoşka birden
kahkahalarla güldü. Ardından da sordu: "Nene, senin dişler
neden böyle?" Astsubay söyleneni anlamamıştı, ama
Galoşka'nın kahkahasına sinirlendi; bir küfür savurup
vagondan çıktı gitti. Galoşka'nın çevresine toplanan kızlara da
bulaşmıştı neşe, hep birden gülüyorlardı. Bu neşenin
yapmacık olduğu akıllarına gelmiyordu bile. Ama Galoşka, şu
sıra neşeli görünmek gerektiğini çok iyi biliyordu; "ancak bu
yoldan rahatlayabilir, bu yoldan Almanları deli edebiliriz."
Böylece küçük "sırıtkan" yeniden canlandı.
Sabah erkenden küçük ve tertemiz kentin içinden geçerek
fabrikaya götürüyorlardı hepsini. Berber salonlarının
kapılarında bakırdan sakallar parlıyordu. Çocukların üstü başı
tertemiz, özenliydi; koşmuyor, ölçülü adımlarla okula
gidiyorlardı. Mezeci ya da kasap dükkânlarının kapı
tokmağına bağlı, kara ya da kahverengi "basse" köpekler alış
veriş yapan sahibelerini bekliyorlardı. Pazarda çiçek
satılıyordu, sonbaharın son papatyaları. Galoşka, Kreştçatik
yıkıntılarını, Lenia Dayı'sını, asılanları düşünüyordu. Burada
çocuk arabaları, kurdeleyle bağlanmış minik saç örgüleri,
oyuncak satan mağazalar, çimenlikler görüyordu. Garipti bu
adamların karılarının pazara gitmesi, armut ya da elma
seçmesi, çocuğunun burnunu silmesi... İnsanı ısırsalar daha
iyi ederlerdi!..
Description:Paris Düşerken, Fırtına ve Dipten Gelen Dalga'dan oluşan nehir roman, 20. yüzyılın en hareketli dönemini tüm tarafları ve çeşitli yönleriyle tasvir eden dev bir eserdir. Üçlemenin bu cildi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa'nın ortasından başlayarak Moskova'ya kadar uzana