Table Of ContentİTHAKİ - ÇAĞDAŞ DÜNYA EDEBİYATI
Bret Easton Ellis
7 Mart 1964 tarihinde, Los Angeles'ta, zengin bir emlakçı olan Robert
Manin Ellis ve ev hanımı Dale Ellis'in tek çocukları olarak dünyaya
geldi. The Buckley School'dan vasat bir öğrenci olarak mezun olan Ellis,
müzik eğitimi almak üzere Vermont'taki Bennington College'a devam
etti. 801i yıllarda The Parents gibi ufak tefek gruplarda müzik yaptıktan
sonra halen bir öğrenciyken ilk romanı, Less Than Zero (Sıfırdan Az)
yayımlandı. Los Angeles'ta yaşayan bir grup zengin ama asi gencin
hikayesini anlatan roman eleştirmenler tarafından çok beğenildi ve
yayınlandığı ilk senede 50.000 gibi, bir ilk roman için büyük
sayılabilecek bir satış rakamına ulaştı. 1987 yılında ikinci romanını
yazmak üzere New York'a taşındı.
Uç seviyede şiddet unsurları taşıdığı için çokça tanışılan romanı
Amerikan Sapığı 24 dile çevrildi. Başkarakter Patrick Bateman'ın
materyalist ve yuppie bir seri katil olarak çizildiği bu romanı kimileri
transgresyonel sanatın önemli bir örneği addeder. Bunun ötesinde
Amerikan Sapığı, yayınlandığı günlerde kimsenin tahmin etmediği
büyüklükte bir kült statüye ulaşmış ve yüzyılın en önemli yüz kitabından
biri seçilmiştir.
Bret Easton Ellis
AMERİKAN SAPIĞI
Çeviren: Fatih Özgüven
Bruce Taylor için
Hem bu Notlar’ın yazarı hem de Notlar’ın kendileri, elbette ki,
uydurmadır. Gene de, bu Notlar’ın yazarı gibi kişiler, toplumumuzun
hangi şartlar altında oluştuğu göz önüne alındığında, toplumumuzda
sadece var olmakla kalmamakta, var olmaları gerekmektedir de.
Okurun gözleri önüne, alışılandan daha belirgin bir biçimde, yakın
geçmişimizin karakterlerinden birini getirmeyi diledim. O, Hâlâ aramızda
gün doldurmakta olan bir kuşağın temsilcisidir. “Yeraltı...” başlıklı
parçada bu kişi kendini ve görüşlerini ve çabalarını anlatmakta ve
deyim yerindeyse, nasıl olup da aramızdan çıktığının, çıkmak zorunda
kaldığının nedenlerini açıklamaktadır. Aşağıdaki parça onun
hayatındaki belli olaylara dair gerçek “notlardan” oluşacaktır.
FYODOR DOSTOYEVSKI
“Yeraltından Notlar”
İnsanların yaptığı büyük hatalardan biri, görgü kurallarının sadece
mutlu fikirlerin ifadesi olduğunu sanmaktır. Adab-ı muaşerete uygun
biçimde dile getirilebilecek gayet geniş bir davranış yelpazesi vardır.
Uygarlık dediğimiz de bundan başka bir şey değildir -bu davranışları
düşmanca değil, görgü kurallarına uygun bir biçimde yerine getirmektir.
Hata yaptığımız yerlerden biri, herkesin “neden aklımızdan geçenleri
söyleyivermeyelim?” dedikleri 60'lı yılların doğalcı, Rousseau'cu
hareketleridir. Uygarlıkta her zaman bazı kısıtlamalar olmak zorundadır.
Her içgüdünün peşinden gitsek, şu anda birbirimizi boğazlıyor olurduk.
BAYAN ADAB-I MUAŞERET (JUDITH MARTIN)
Ve her şey zıvanadan çıkarken
Hiç kimse fazla aldırış etmedi
TALKING HEADS
1 Nisan Alıkları
TERK ET BÜTÜN UMUDU EY SEN BURAYA GİREN diye
karalamışlar Onbirinci Sokak'la Birinci Cadde'nin köşesinin
yakınlarındaki Chemical Bank'ın yan duvarına kan kırmızısı harflerle ve
harfler Wall Street'ten dışarı doğru akan trafikte öne doğru sarsılan
taksinin arka koltuğundan görülecek kadar büyük. Timothy Price tam
yazıyı fark ettiği anda taksinin yanına bir otobüs yanaşıyor, otobüsün
üzerindeki Sefiller müzikalinin afişi görüşünü engelliyor, ama Pierce &
Pierce'da çalışan ve yirmi altı yaşında olan Price anlaşılan buna
aldırmıyor ki, şoföre radyonun sesini açarsa beş dolar vereceğini
söylüyor. WYNN'de Be My Baby çalmakta ve Amerikalı olmayan şoför
denileni yapıyor.
“Becerikliyim,” demekte Price. “Yaratıcıyım, gencim, engel
tanımıyorum, motivasyonum yüksek, nitelikliyim. Kısacası, şunu demek
istiyorum, toplum beni kesinlikle gözden çıkaramaz. Ben bir kıy-me-
tim.” Price yatışıyor, taksinin kirli penceresinden dışarı bakmayı
sürdürüyor, büyük olasılıkla da Dördüncü'yle Yedincinin köşesindeki bir
McDonalds'ın yan duvarına kırmızı sprey boyayla yazılmış yazıdaki
KORKU sözcüğüne. “Yani şu var, kimse yaptığı işi iplemiyor, herkes
işinden nefret ediyor, ben işimden nefret ediyorum, sen söyledin işinden
nefret ettiğini. Peki ne yapıyorum? Los Angeles'a geri mi dönüyorum?
Alternatif değil UCLA'dan Stanford'a bunun için transfer yapmadım ben.
Demek istediğim, yeterince kazanmadığını düşünen bir tek ben miyim?”
Tıpkı bir filmdeymiş gibi bir başka otobüs daha görüntüye giriyor, bir
başka Sefiller afişi sözcüğün yerini alıyor -deminki otobüs değil- çünkü
Eponine'in yüzünün üzerine birileri LEZBO yazmış. Tim patlıyor.
“Burada küçük bir dairem var. Hamp-tonlar'da benim asıl yerim yahu,
allah allah.”
“Annenle babanın yeri, ahbap, annenle babanın.”
“Satın alacağım onlardan. Açacak mısın şu siktiğim şeyin sesini?”
diye hırlıyor şoföre, ama yarım ağızla, The Crystals radyodan bangır
bangır bağırmakta.
“Bundan çok açılmaz bu,” diyor belki şoför.
Timothy ona aldırış etmiyor ve gıcıklığa devam ediyor. “Bu şehirde
yaşamaya bir şartla devam ederdim, bütün taksilere Blaupunkt radyo
koyacaklar. Belki de ODM III ya da ORCII dinamik kanal arama
sistemli, ha?” Sesinin perdesi alçalıyor burada. “Birinden biri. Çok in
dostum, çok in.”
Pahalı görünüşlü walkman'i boynundan çıkarıyor, hâlâ şikayet
etmekte. “Şikayet etmekten nefret ediyorum -hakkaten,-pislikten,
çöpten, bulaşıcı hastalıklardan, bu şehir gerçekten de ne kadar leş gibi
diye şikayet etmekten, sen de biliyorsun, ben de biliyorum ki burası bir
domuz ahırı...” D.F. Sanders'den aldığı yeni Tumi dana derisi evrak
çantasını açarken konuşmaya devam ediyor. Walkman i, Panasonic
portatif katlanabilir Easa telefonun (bundan önce NEC 9000 Porta'sı
vardı) yanına, kılıfına yerleştiriyor ve bugünkü gazeteyi çıkarıyor. “Şu
gazeteye -bir tek gazeteye- bakalım bir... Boğularak öldürülen
mankenler, damdan atılan bebekler, metroda öldürülen çocuklar, bir
komünist mitingi, bir mafya patronu ortadan kaldırılmış, Naziler” -
heyecanlı heyecanlı sayfaları çeviriyor- “AIDSIi beysbol oyuncuları,
başka mafya boklukları, trafik tıkanıklığı, evsizler, çeşit çeşit
manyaklar, sokaklarda sinek gibi ölüp giden ibneler, kiralık anneler, iptal
edilen bir pembe dizi, hayvanat bahçesine zorla girip çeşitli hayvanları
canlı canlı işkence ederek yakan veletler, gene Naziler... en matrağı,
işin esprisi de şu, hepsi bu şehirde olup bitiyor, -başka yerde değil,
buracıkta, iflah olmaz bu şehir... çüş oha, gene Naziler, trafik
tıkanıklığı, trafik tıkanıklığı, bebek tüccarları, karaborsa bebekler,
AIDS'li bebekler, canlı bebekler, bir bebeğin üzerine bina çökmüş,
manyak bebek, trafik tıkanıklığı, köprü yıkılmış” Sesi kesiliyor, bir soluk
alıyor, sonra gözlerini ikinciyle Beşinci sokakların köşesindeki bir
dilenciye dikerek, tane tane, “Bu, bugün gördüğüm yirmi dördüncü.
Saydım,” diyor. Sonra yanına dönüp bakmadan “Ne diye denizci mavisi
worsted blazer'ınla gri pantolonunu giymedin?” diye soruyor. Price'in
üzerinde yünlü ipekli karışımı, kruvaze ceketli Ermenegildo Zegna bir
takım var, manşetli pamuklu gömlek Ike Behar'dan, ipek kravat Ralph
Lauren'dan, üzeri zımbalı iskarpırıler Fratelli Rossetti. Aşağıya, Post
gazetesine doğru kaydırma. Gazetede, yan ünlü bir New Yorklu
sosyete kadınının yalındaki parti sırasında, yat Manhattan adasının
çevresinde dolanırken oradan kaybolan iki kişi hakkında orta ilginçlikte
bir haber var. Eldeki ipuçları güverteye yayılmış kan lekesi kalıntısı ve
tuzla buz olmuş üç şampanya kadehinden ibaret. Cinayetten
kuşkulanılıyor ve polis katilin silahının bir çeşit pala olduğunu sanıyor,
çünkü güvertede bazı oyuk ve deliklere rastlanmış. Ortada ceset yok.
Zanlı yok. Price mavraya bugün öğle yemeğinde başladı, daha sonra
squash maçı sırasında devam etti ve Harry's'de içerken de sürdürdü,
oysa başta, sulu üç J&B'sini yudumlarken, Paul Owen'in elindeki Fisher
hesabı gibi daha ilginç bir konudan söz etmişti. Price'ın çenesini
kapamaya niyeti yok.
“Bulaşıcı hastalıklar!” diye haykırıyor, yüzü acıyla gerili. “Şimdi şu
teoriyi attılar ortaya, AİDS virüsünü, virüsü taşıyan biriyle seks yapmak
yoluyla kapabiliyor sanmış, o zaman her hastalığı da kapabilirmişsin,
kendisi virütik bir hastalık olsun ya da olmasın -Alzheimer hastalığı, kas
erimesi, hemofili, lösemi, anoreksi, diyabet, kanser, multipl sklerozis,
sistik fibroz, beyin felci, disleksi bile, canına yandığımın, disleksi
kapıyorsun, ondan, iyi mi?-”
“Emin değilim ahbap, ama sanmıyorum disleksinin virütik olduğunu.”
“Nereden biliyorsun yahu? Onlar bilemiyorlar. İspat et.”
Dışarıda, kaldırımda, bir Gray's Papaya'nın önünde siyah, şişmiş
güvercinler sosisli sandviç kırıntıları için dövüşüyorlar, travestiler
tembel tembel onları seyrediyor, bir devriye arabası tek yönlü bir
sokakta ters yönden gelerek volta atıyor, gök iyice yere yaklaşmış,
kurşuni ve sıkışan trafikte, bu taksinin yanındaki sırada durmuş bir
taksiden Luis Carruthers'a çok benzeyen bir tip Timothy'ye el sallıyor,
Timothy onun el sallamasına karşılık vermeyince de tip -briyantinle
yapıştırılmış saçlı, pantolon askılı, bağa çerçeveli gözlüklü,- onun
sandığı kişi olmadığını anlıyor ve yeniden elindeki USA Tocfa'ya
dönüyor. Aşağıya kaldırıma doğru kaydırma, çirkin, ihtiyar, yanında
torbalarıyla gezen evsiz bir kadın, elinde bir kırbaç, güvercinlere doğru
şaklatıyor. Ama güvercinler oralı değil, sosisli sandviç artıklarını
gagalamaya ve açgözlülükle dövüşmeye devam ediyorlar ve polis
arabası da yerin altındaki otoparklardan birine dalıp gözden
kayboluyor.
“Ama işte tam o noktaya geldiğinde, yani artık yaşadığımız günlere
duyduğun tepki mutlak ve düpedüz bir kabulleniş olup çıktığında,
vücudun bir biçimde bu cinnetle aynı dalga boyuna geldiğinde ve her
şeyi artık manalı bulduğun bir noktaya vardığında, yani olay kafana tık
ettiğinde, bir bakıyorsun, üşütük, siktiğimin evsiz bir zenci karısı
çıkıyor, şaka değil bu -beni dinle, Bateman,- şaka değil bu, ille de bu
sokaklarda yaşayacağım diye tutturuyor, bu sokaklarda, buralarda,
nah, buralarda-” eliyle gösteriyor- “-ve de öyle bir belediye başkanımız
var ki, ona kulak asmıyor, orospuyu bırakmıyor istediğini yapsın, -yüce
tanrım- bırak siktiğimin orospusu donsun gebersin soğuktan, kurtulsun
kendi marifeti olan bu allahın belası sefaletten, ve de bir bakıyorsun
başladığın yere geri dönmüşsün, kafan karışmış, beynin sikilmiş...
Evelyn'de kimler olacak? Dur, ben tahmin edeyim.” Kusursuz manikürlü
elini havaya kaldırıyor. “Ashley, Courtney, Muldvyn, Marina, Charles -
buraya kadar tamam, değil mi? Belki Evelyn'in 'sanatçı' dostlarından
biri, o ay-aman-aman 'East' Village'dan... hani o tiplerden, Evelyn'e 'iyi
kalite sek beyaz chardonnay var mı' diye soranlardan...” Elini alnına
vuruyor, gözlerini yumuyor ve kenetli dişlerinin arasından mırıldanıyor.
“Benden bu kadar. Meredith'in pasaportunu veriyorum ben. Kadın, ben
ondan hoşlanmayayım diye elinden geleni ardına komuyor. Gittim ben.
Neden bu kadar uzun zamanını aldı ki bunu anlamak, ondaki şahsiyet
ancak bir talk-show'cudaki kadar... Yirmi altı, yirmi yedi... Yani bak,
sana ne diyorum, ben duyarlı biriyim. Challenger olayında ödüm
bokuma karıştı diyorum- daha ne diyeyim yahu? Etik tarafım var,
hoşgörülüyüm, yani hayatımdan son derece hoşnudum, gelecekten
umutluyum -sen değil misin yani?” “Tabii, ama...”
“Ondan sonra kalkmış ağzıma sıçıyor... Yirmi sekiz, yirmi dokuz,
hassiktir bunlar allahın belası bir serseri ordusu yahu. Diyorum sana”
Yorulmuş gibi birden duruyor, başka bir Sefiller afişinden öteye çeviriyor
başını, aklına önemli bir şey geliyor, soruyor, “TV’deki o yarışma
sunucusunu okudun mu gazetede? Ergenlik çağında iki oğlanı öldürmüş
ha? Sapık ibne. Matrak, hakkaten matrak.” Price bir tepki bekliyor.
Tepki gelmiyor. Birden: Batı Yakası'nın yukarısı.
Şoföre Seksenbirinci Sokakla Riverside'ın köşesinde durmasını
söylüyor, çünkü sağa sapmak yasak.
“Dönmek için zahmet etme-” diye lafa giriyor Price.
“Peki öteki taraftan dolaşsam,” diyor taksici.
“Zahmet etme.” Sonra pek de öyle duyurmamaya filan çalışmayarak,
diş gıcırtısı eşliğinde, gülümsemeden filan: “Siktiğimin beyinsizi.”
Şoför taksiyi durduruyor. Bu taksinin arkasından gelen iki taksi
kornalarını bağırtıyor, sonra yollarına devam ediyor.
“Çiçek alsa mıydık?”
“Yok. Ona atlayan sensin yahu Bateman. Ne diye biz çiçek
alıyormuşuz Evelyn'e? Boz şu elliliği, karışmam,” diye uyarıyor şoförü,
gözlerini kısarak taksimetredeki kırmızı sayılara bakıyor. “Allah
belasını versin. Steroidler. Bugün gerginim, kusura bakma.”
“Artık almıyorsun sanıyordum.”
“Doğrusu, evet, bacaklarımda ve kollarımda sivilceler çıkarıyordum ve
de ultraviyole banyosu bunlara iyi gelmedi, ben de onun yerine
solaryum salonuna gittim, geçtiler. Allah, Bateman bir görsen karnım
çelik gibi oldu. O kasların görünüşü! Deri böyle yeni dövülmüş gibi,”
diye anlatıyor uzak, garip bir sesle, şoförün para üstü vermesini
beklerken. “Çelik gibi” Bahşişi kısıyor, ama şoför gene de memnun.
“Hoşçakal, beceriksiz üçkağıtçı,” diyor, göz kırpıyor Price.
“Bela, bela, allahın belaları,” diyor Price taksinin kapısını açarken.
Taksiden çıkarken gözüne sokakta bir dilenci ilişiyor- “Tombala: otuz”-
adamın üzerinde garip, zevksiz, leş gibi pis, yeşil renkli tulum gibi bir
şey var, tıraşı uzamış, kirli saçları yağla geriye yatırılmış, Price
şakacıktan taksinin kapısını onun için açık tutuyor. Serserinin aklı
karışıyor, bir şeyler homurdanıyor, gözleri utançla yere, yaya
kaldırımına çevriliyor, hemen geri çekiliverecekmiş gibi uzattığı elindeki
boş strafor bardağı bize doğru tutuyor.
“Galiba taksi istemiyor,” diyor Price. Kıs kıs gülüyor, kapıyı çarparak
kapıyor. “Sor bakalım, American Express kartı alıyor muymuş?”
“AmEx alıyor musun?”
Serseri başıyla onaylıyor ve ağır ağır ayak sürüyerek uzaklaşıyor.
Nisan ayına göre hava soğuk, Price enerjik adımlarla, elindeki Tumi
evrak çantasını ileri geri sallayarak, yokuş aşağı, Evelyn'in oturduğu
eski, kahverengi kesme taştan New York apartmanına doğru yürüyor,
bir yandan da ıslıkla Ah Bir Zengin Olsam'ı çalıyor, ağzından çıkan ısı
sigara dumanı gibi bir duman bulutuna dönüşüyor. Uzaktan, briyantinle
geriye yatırılmış saçlı, bağa çerçeveli gözlüklü birisi geliyor, üzerinde
bej, kruvaze, yünlü gabardinden Cerutti 1881 takım, elinde Price'ınkinin
aynısı, D.F. Sanders'dan alınma Tumi evrak çantası. Timothy yüksek
sesle soruyor, “Victor Powell mı şu? Olamaz!”
Adam bir sokak lambasının sorgulayan floresan bakışı altından,
yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle geçiyor, bu ifade bir an için dudaklarını
kıvırıp belli belirsiz bir gülümseme biçimine sokmasına yol açıyor ve
Price'a handiyse tanışıyorlarmış gibi bakıyor, ama gene hemen o an
Price'ı tanımadığını anlıyor, Price da onun Victor Powell olmadığını, ve
adam yürüyüp gidiyor.
“Tanrıya şükür,” diye mırıldanıyor Price, Evelyn'in evine
yaklaşırlarken.
“Ona çok benziyordu.”
“Powell artı Evelyn'de yemek ha? Şal deseniyle ekose kadar uyar
birbirine ancak.” Price durup düşünüyor. “Yok, beyaz çorapla gri
pantolon kadar.”
Ağır ağır zincirleme, Price Evelyn'in babasının ona satın aldığı evin
dış merdivenlerini koşarak çıkıyor, dün gece Video Cennetimden aldığı
kasetleri geri götürmeyi unuttuğu için kendi kendine homurdanarak. Zili
çalıyor. Evelyn'inkine komşu ev' den bir kadın -yüksek ökçeler, nefis bir
kıç- sokağa çıkıyor, kapısını kilitlemeden. Price onu bakışlarıyla izliyor,
içeriden koridordan bize doğru yaklaşmakta olan ayak seslerini
duyduğunda önüne dönüyor, Versace kravatını düzeltiyor, gelen her
kimse onunla yüzleşmeye hazır. Kapıyı Courtney açıyor, krem rengi
Krizia bluz, pas rengi tüvit etek de Krizia, ipek-saten d'Orsay modeli
topuklu pabuçlar Manolo Blahnik'den.
Şöyle bir titriyor ve siyah yünlüden Giorgio Armani paltomu ona
veriyorum, o da alıyor, sağ yanağım yerine havayı öpüyor dikkatle,
Description:akmakta, boğazını temizledikten sonra alçak sesle, “Öyle açım ki,” Albüm, prodüktörlüğü ve aranjmanları Kashif tarafından yapılan You. Give Good