Table Of ContentYazarın Yayınevimizden Çıkan Kitapları
ÖLÜMÜN KARANLIK YÜZÜ
BEYAZ ASLAN
YANLIŞ YOL
BEŞİNCİ KADIN
BİR ADIM GERİDEN
RIGA'NIN KÖPEKLERİ
Orjinal Adı: The Dogs of Riga
Yazarı: HENNING MANKELL
Türü: Roman
Çevirmen: Fatoş Dilber
1. BÖLÜM
Sabah saat onu biraz geçe kar yağmaya başlamıştı.
Balıkçı teknesinin dümenindeki adam küfretti. Hava
raporunu dinlemişti ama fırtına başlamadan önce İsveç
kıyılarına ulaşabileceklerini ümit ediyordu. Bir gece önce
Hiddensee'de oyalanmasaydı şimdi çoktan Ystad'da ulaşmış
ve dümeni birkaç derece doğuya kırmış olacaktı. Oysa şimdi
yedi deniz mili daha gitmesi gerekiyordu. Kar yoğun bir
şekilde yağarsa görüş açısının düzelmesi için rüzgârı başa
alarak tekneyi durdurup beklemesi gerekecekti.
Bir kez daha küfretti. Cimriliğimin bedelini ödüyorum,
diye geçirdi içinden. Eğer geçen sonbaharda yeni bir radar
almış olsaydım bunlar başıma gelmeyecekti. Şu eski Decca
artık bir işe yaramıyor. Piyasaya çıkan yeni Amerikan
modellerinden birini almalıydım ama paraya kıyamadım.
Doğu Alman mallarına güvenmem. Beni yarı yolda bırakırlar.
Artık Doğu Almanya diye bir ülke olmadığı ve tüm ulusun
varlığının sona erdiği gerçeğini anlamakta zorlanıyordu.
Tarih bir gecede eski sınırları ortadan kaldırmıştı. Şimdi
yalnızca Almanya vardı ve bir zamanlar bir duvarın ayırdığı
düşman kardeşlerin birlikte çalışmaya başladıklarında kimse
nelerin olabileceğini kestiremiyordu. Berlin duvarı
yıkıldığında kendini çok tedirgin hissetmişti. Bu olağanüstü
değişiklikler ayağının altındaki halının çekilmesine neden
olacak mıydı? Doğu Alman ortakları onu ikna etmeye
çalışmışlardı. Hiçbir şey değişmeyecekti. Belki de bu
değişiklik yeni fırsatlar yaratabilecekti.
Kar hızlanmıştı ve rüzgâr güneydoğudan esiyordu. Bir
sigara yakıp pusulanın yanındaki özel bölmede duran
fincanına kahve koydu. Dümen köşkündeki sıcaklıktan ötürü
ter içinde kalmıştı. Dizel yağının kokusu genzini yakıyordu.
Bakışlarını makine odasına doğru çevirdi. Aşağıda, dar
ranzada yatan Jakobson'un ayağını gördü, başparmağı delik
çorabından dışarı çıkmıştı. Onu uyandırmanın bir yararı
yok, diye geçirdi içinden. Tekneyi eğer durdurmak zorunda
kalırsak o zaman ben birkaç saat kestiririm o da nöbeti
devralır. Ilık kahvesinden bir yudum aldı ve bir gece önce
olanları yemden düşünmeye koyuldu.
Hiddensee'nin batısındaki kırık dökük küçük limanda
malları almak için gelecek kamyonu beş saat beklemek
zorunda kalmıştı. Weber kamyon bozulduğu için
geciktiklerini söylemişti ve bu aslında doğru da olabilirdi.
Rus askeri araçlarından biri olan kamyon oldukça eskiydi.
Hala çalışması aslında mucizeydi. Ne var ki, Weber'e
güvenmiyordu. Aslında Weber, onu hiçbir şekilde
aldatmamıştı ama o bir kez kararını vermiş ve Weber'in asla
güvenilir biri olmadığına yürekten inanmıştı. Bu, bir önlem
niteliğindeydi. Doğu Almanlardan aldığı malların değeri çok
yüksekti. Her defasında yirmi ya da otuz bilgisayar, yaklâşık
yüz cep telefonu ve bir o kadar da araba teybi alıyordu; bu
malların değeri milyonlarca kron ederdi. Yakalanacak olursa
hapse girmesi işten bile değildi. Weber'in bu konuda
kendisine yardım etmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Yaşadığı
dünyada herkes önce ve her zaman kendini düşünürdü.
Pusulayı bir kez daha kontrol ettikten sonra kuzeye doğru
iki derece kırdı. Seyir defteri sekiz deniz mili hızla
gittiklerini gösteriyordu. Kıyıyı görebilmesi ve Brantevik'e
dönmesi için altı buçuk deniz mili daha yol alması
gerekiyordu. Gri-mavi dalgalar hala görülebiliyordu ama kar
da hızını arttırmıştı.
Beş yolculuk daha var, diye geçirdi içinden sonra her şey
bitecekti. İhtiyacım olan parayı kazanacağım ve istediklerimi
yapabileceğim. Bir sigara daha yakarak bu düşüncelerine
gülümsedi. O zaman da tüm bunları artık arkasında
bırakacak ve Porto Santos'a giderek bir bar açacaktı. Çok kısa
bir zaman sonra da bu yağ kokulu dümen köşkünde
durmaktan ve makine odasındaki ranzasında yatan
Jakobson'un horultularını dinlemekten kurtulacaktı. Yeni
yaşamının neler getireceğinden emin değildi ama bu yaşama
başlamak için sabırsızlanıyordu.
Kar başladığı gibi birden durdu. Önce şansın
kendisinden yana olduğuna inanmak istemedi ama kar
taneciklerinin uçuşmadığını görünce rahatlayarak derin bir
soluk aldı. Her şey yoluna giriyor, diye geçirdi içinden. Belki
de fırtına Danimarka'ya doğru yönelmişti.
Islık çalarak fincanına biraz daha kahve koydu. Para dolu
torba duvarda asılıydı. Bu kendisini Madeira'nın dışındaki
küçük bir ada olan Porto Santos'a yaklaştıran diğer bir
30.000 krondu. Cennet onu bekliyordu.
Kahvesinden bir yudum daha içmek üzereyken küçük bir
bot gördü. Kar durmasaydı botu göremeyecekti. Bot
teknenin lombarından yaklaşık elli metre uzakta dalgaların
arasında aşağı yukarı hareket ediyordu. Bu kırmızı lastik bir
tahlisiye botuydu. Buğulanmış camı eliyle silerek bir kez
daha bota baktı. İçinde kimse yok, dedi kendi kendine. Bir
gemiden düşmüş olmalı. Dümeni kırdı ve yavaşladı. Hızın
değişmesiyle birlikte uyanan Jakobson bir karış sakalı
uzamış yüzünü dümen köşkünden içeri uzattı. Geldik mi?"
diye sordu.
"Lombarın yanında bir tahlisiye botu var," dedi, adı
Holmgren olan dümendeki adam. "Alalım onu. Bir iki bin
papel eder. Sen dümene geç, ben çengelle onu çekmeye
çalışacağım."
Jakobson dümene geçerken Holmgren şapkasının
kenarlarını kulaklarının üstüne çekti ve dümen köşkünden
ayrıldı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu, parmaklığa tutundu.
Bot yavaş yavaş tekneye yaklaşıyordu. Dümen köşkünün
yanında duran tekne çengelini asılı olduğu yerden çıkarmaya
başladı. Kancaları açarken parmakları soğuktan donmuştu
ama sonunda çengeli çıkardı ve suya attı.
Harekete geçti. Bot tekneden yalnızca birkaç metre
ilerideydi ve Holmgren hatasını anladı; içinde iki kişi vardı.
İki ölü. Jakobson dümen köşkünden haykırdı. Söyledikleri
anlaşılmıyordu ama o da botun içinde ne olduğunu
görmüştü.
Holmgren ilk kez ceset görmüyordu. Askerlik yaparken
eğitim sırasında bir silah ateş almış ve dört arkadaşı
paramparça olmuştu. Daha sonraları da, profesyonel
balıkçılık yaparken kıyılara vuran ya da suda yüzen birçok
ceset görmüştü.
Holmgren cesetlerin üstündeki garip giysileri fark etti.
Bu iki adam ne balıkçı ne de denizciydi, cesetler takım
elbiseliydi. Ve sanki kaçınılmaz sonlarından birbirlerini
korumak istercesine birbirlerine sarılmışlardı. Başlarına
nelerin gelmiş olabileceğini anlamaya çalıştı. Bunlar kim
olabilirlerdi?
Jakobson dümen köşkünden çıkarak yanına geldi.
"Hay Allah!" dedi. "Hay Allah! Şimdi ne yapacağız?"
Holmgren bir an düşündü.
"Hiçbir şey," dedi. "Onları buraya alırsak yanıtlamamız
olanaksız birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Onları
görmedik. Ayrıca tipi de vardı, unutma."
"Onları bırakacak mıyız?" diye sordu Jakobson.
"Evet," diye karşılık verdi Holmgren. "Ölmüşler zaten.
Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca nerden gelip
nereye gittiğimizi de kimseye açıklamak istemiyorum. Sen
istiyor musun?"
Jakobson başını kuşkuyla salladı. Konuşmadan cesetlere
baktılar. Holmgren onların oldukça genç olduklarını, otuz
yaşlarından fazla olmadıklarını düşünüyordu. Yüzleri
kaskatı kesilmişti ve bembeyazdı. Holmgren ürperdi.
"Botun üstünde herhangi bir yazının olmaması garip,"
dedi Jakobson. "Acaba hangi geminin botu bu?"
"Ne olmuş olabilir?" diye mırıldandı. "Bunlar kim? Ne
kadar zamandan beri kravatlı ve takım elbiseli bir şekilde
denizdeler acaba?"
"Ystad ne kadar uzakta?" diye sordu Jakobson. "Altı deniz
mili kadar!"
"Onları kıyıya kadar çekebiliriz," dedi Jakobson.
"Böylelikle bulunmaları da daha kolay olur."
Holmgren bunun olumlu ve olumsuz yanlarını tartarak
bir süre düşündü. Cesetleri denizde bırakmak hiç de hoş
olmayacaktı. Ama öte yandan da botu tekneye bağlayıp kıyıya
çekmek de riskli olabilirdi, başka bir tekne ya da feribot
onları görebilirdi.
Fazla düşünmeden kararını verdi. Pruva halatını çözerek
bota bağladı. Jakobson dümeni Sad'a doğru kırdı. Bot
tekneden yaklâşık on metre uzaktaydı.
İsveç kıyıları göründüğünde Holmgren halatı kesti ve
içinde iki ceset olan bot dalgaların arasında gözden
kayboldu. Jakobson rotayı doğuya doğru kırdı ve birkaç saat
sonra Brantevik limanına yanaştılar. Jakobson payına düşen
parayı alarak Volvo'suna atlayıp Svarte'ye doğru yola
koyuldu.
Limanda kimseler yoktu. Holmgren dümen köşkünü
kilitledi. Kargo bölümündeki muşambayı kaldırdı. Kabloları
yavaşça ve sistemli bir şekilde kontrol etti. Sonra da para
dolu torbayı alarak eski Ford'una doğru gidip arabasını
çalıştırdı.
Başka bir zaman olsa kendini kolayca Porto Santos
düşüne kaptırırdı ama o gün kırmızı lastik botu kafasından
bir türlü atamıyordu. Onun nerede kıyıya vuracağını
hesaplamaya çalıştı. O bölgede akıntı yoğundu ve rüzgâr da
sürekli olarak akıntının yönünü değiştiriyordu. Bot herhangi
bir yerde kıyıya vurabilirdi. Holmgren onun Ystad'dan fazla
uzağa gidemeyeceğini düşünüyordu, tabi bu arada
Polonya'ya giden ya da oradan gelen feribotlardan biri
tarafından görülmemişse.
Ystad'a geldiğinde hava kararmaya başlamıştı. Kırmızı
trafik ışığında durduğunda takım elbiseli iki adam, dedi
kendi kendine. Bir tahlisiye botunda... Burada garip bir
şeyler vardı. Neye tanık olduğunu tam olarak anlayamıyordu.
Adamların batan bir gemiden kurtulmak için bota
binmedikleri ortadaydı. Bunu kanıtlayamazdı ama emindi.
Adamlar bota bindirildiklerinde çoktan ölmüş olmalıydılar.
Birden hızla sağa dönerek meydandaki kitapçı
dükkânının hemen karşısındaki telefon kulübesinin önünde
durdu. Söyleyeceklerini defalarca kafasından geçirdikten
sonra 999'u çevirerek karakolu istedi. Karakolun telefona
yanıt vermesini beklerken telefon kulübesinin kirli
camından bakınca karın başladığını gördü. 12 Şubat, 1991 'di.
2. BÖLÜM
Ystad Karakolu'nda oturan Dedektif Kurt Wallander
gerinerek esnedi. Esnemekten çenesinin altındaki
adalelerden birine kramp girmişti. Acı çok yoğundu.
Wallander adaleyi gevşetmek için sağ eliyle çenesinin altına
sert bir şekilde vurdu. Tam bunu yaparken genç polislerden
Martinsson içeri girdi ve şaşkınlıkla kapının önünde
kalakaldı. Ağrı geçinceye değin Wallander çenesine masaj
yapmayı sürdürdü. Martinsson içeri girmekten vazgeçerek
arkasını döndü.
"Gelsene," diye seslendi Wallander. "Sen esnerken çene
adalelerin hiç kilitlenmedi mi?"
Martinsson hayır dercesine başını salladı.
"Hayır," dedi. "Ben de senin ne yaptığını anlamaya
çalışıyordum."
"Artık öğrendin," dedi Wallander. "Ne istiyorsun?"
Martinsson yüzünü buruşturarak oturdu. Elinde bir not
defteri vardı.
"Birkaç dakika önce çok garip bir telefon geldi," dedi.
"Sana haber vermek istedim."
"Buraya her gün garip telefonlar geliyor," dedi Wallander,
polisin neden kendisini bunun için rahatsız ettiğini
anlamaya çalışarak.
"Ne düşüneceğimi bilemiyorum," dedi Martinsson. "Bir
adam telefon kulübelerinden birinden aradı. Tahlisiye
botundaki iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile
Description:Yıl 1991. İsveç'te kış mevsimi. Dedektif Kurt Wallender ve ekibine kimliği belirsiz birinden bir ihbar gelir. Birkaç gün sonra da bir cankurtaran sandalı sahile vurur, içinde, pahalı giysili iki erkek ceseti vardır.
Yapılan incelemelerden cesetlerin iki suçluya ait olduğu anlaşılı