Table Of ContentEsra-www.cepforum.com
Ahmet Ümit
Kukla
Sevgili arkadaşım,
Alparslan Bayramgil’e
Pinokyo, polislere:
“İzin verirseniz şapkamı alabilir miyim?” diye sordu.
“Al, ama çabuk ol.”
Kukla, şapkasını aldı; ama kafasına koyacağına, dişlerinin arasına sıkıştırdı,
denize doğru koşmaya başladı. Polisler onu yakalamanın güç olacağını düşünerek
peşinden bütün köpek yarışlarında birincilik ödülü almış bir tazı saldılar.
Pinokyo hızla koşuyordu, ama köpek daha hızlıydı. Herkes bu korkunç yarışın
nasıl sonuçlanacağım görmek için pencerelere çıktı, sokaklara döküldü. Ama
yarışın sonunu göremediler; Pinokyo’yla köpek öylesine toz kaldırmışlardı ki,
sokakta göz gözü görmüyordu.
Pinokyo, Carlo Collodi, çev. Ülkü
Tamer,
Remzi Kitabevi, s. 90
İçindekiler:
Birinci bölüm 7
İkinci bölüm 10
Üçüncü bölüm 12
Dördüncü bölüm 16
Beşinci bölüm 22
Altıncı bölüm 26
Yedinci bölüm 31
Sekizinci bölüm 35
Dokuzuncu bölüm 39
Onuncu bölüm 43
On birinci bölüm 48
On ikinci bölüm 54
On üçüncü bölüm 57
On dördüncü bölüm 62
On beşinci bölüm 68
On altıncı bölüm 75
On yedinci bölüm 80
On sekizinci bölüm 88
On dokuzuncu bölüm 94
Yirminci bölüm 103
Yirmi birinci bölüm 111
Yirmi ikinci bölüm 116
Yirmi üçüncü bölüm 122
Yirmi dördüncü bölüm 128
Yirmi beşinci bölüm 138
Yirmi altıncı bölüm 146
Yirmi yedinci bölüm 151
Yirmi sekizinci bölüm 158
Yirmi dokuzuncu bölüm 163
Otuzuncu bölüm 169
Otuz birinci bölüm 174
Otuz ikinci bölüm 181
Otuz üçüncü bölüm 186
Otuz dördüncü bölüm 192
Otuz beşinci bölüm 199
Otuz altıncı bölüm 205
Otuz yedinci bölüm 212
Otuz sekizinci bölüm 218
Otuz dokuzuncu bölüm 225
Kırkıncı bölüm 236
Birinci bölüm
Gazete binasının önüne geldiğimde vakit öğleyi bulmuştu. Sabahtan beri yağan
yağmur dinmiş, cüretkâr bir güneş, kül rengi bulutların arasından sıyrılıp,
tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı. Yaşlı Plymouth’umdan inerken Tolga’yı
gördüm. Fotoğraf çantası omzunda hızlı hızlı yürüyordu. Beni fark edince
duraksadı.
“Merhaba Adnan Abi.” Eliyle arabamın kaportasına dokunarak ekledi. “Senin
Anka Kuşu yine formunda.”
“Anka Kuşu” bizim 54 model Plymouth’un lakabıydı. Babamdan miras kalan
arabayı gördüğü gün rahmetli Tufan Abi takmıştı bu adı ona.
“Formunda olacak tabiî. Kimin arabası?”
“Öyle, öyle de” dedi, “sahibi gazeteye biraz erken gelse daha iyi olacak.”
Takılmasına aldırmadım. Gençlerin içinde en çok onu severdim. Biraz
laubaliydi, ama işinin erbabıydı. İki yıl önce, yani henüz haber yapma
yeteneğimi yitirmemişken hep onu alırdım yanıma.
“Daha öğrenememişsin bu mesleği” dedim başımı sallayarak. “Erken gelmek
çömezlere mahsustur. Tecrübeli gazeteciler öğleden önce işe gelmez.”
Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı, eliyle bir hoşça kal işareti çakarak,
ileride onu bekleyen beyaz Opel’e doğru yürüdü. Opel’in arka koltuğunda kendim
araştırmacı gazeteciliğin üstadı ilan eden Şekip İnce oturuyordu. Baktığımı
görünce, selam vermemek için başını öne eğdi. Bir zamanlar kıçımdan ayrılmayan
adam, gazetede yıldızım söndüğünden beri benden uzak duruyordu. Bugün selamımızı
da almamıştı. Demek ki artık ilişkileri iyice koparmak istiyordu. Ne
diyebilirdim, akıllı çocuktu. Ben de ona arkamı dönerek, gazete patronumuzun
“Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en görkemli plazası” olarak tanımladığı, o
biçimsiz, beton, çelik ve cam yığınına yürümeye başladım. Döner kapının hemen
önünde iki küme oluşturan benim gibi tiryakiler tutkuyla sigaralarını
içiyorlardı. İkitelli’ye taşındıktan sonra, Cağaloğlu’ndayken özgürce
tüttürdüğümüz sigaralarımızı bina içerisinde içmemiz yasaklanmıştı. Zaten
şehirden bu kadar uzak bir yerde çalışmayı henüz içimize sindirememişken,
sigaranın dışarıda içilmesi zorunluluğunu önceleri açık bir zulüm olarak görüp
direnmeye kalkmış, fakat yönetimin kararlılığı karşısında duruma razı olup,
nikotin ihtiyaçlarımızı, yağmur, kar demeden kapı önünde giderir olmuştuk.
Sigara içenlerin arasından tanıdıklarımla selamlaşarak, cam fanus adını
verdiğim kapıya yaklaştım. Adımımı atmamla birlikte cam fanusun beni kapıp
gazetenin içine fırlatması bir oldu. Çilem bitti mi dersiniz, ne gezer. Şimdi de
geçilmesi zorunlu bir kale gibi, güvenlik kapısı dikiliyordu karşımda. Arabamın
anahtarını, cep telefonumu görevliye verdikten sonra kapıdan geçtim. Gazeteye
her gelişimde yaptığım gibi santraldaki üç kızı başımla selamlayarak geçiş
turnikesine yöneldim. Kimlik kartımı elektronik aygıta uzatıp, kendimden emin
bir tavırla turnikeye girdim. O da ne? Çelik demirler geçişime izin vermiyordu.
Teknik bir arıza olduğunu düşündüm. Kartı yeniden uzatarak, geçmeyi denedim.
Boşuna, çelik çubukların beni geçirmeye hiç niyetleri yoktu. Halime acıyan bir
güvenlik memuru yaklaştı. Kartı alıp bir de o denedi. Hayır, elektronik aygıt
gerçekten de kartımı okuyamıyordu. Güvenlik memuru elinde kartımı evirip
çevirirken, bende jeton düştü. Kovulmuştum. Şekip İnce’nin beni görmezden
gelmesinin nedeni de buydu. Kovulduğumu o da biliyordu. Büyük olasılıkla patron
onlarla bu konuyu konuşmuş, tepki göstermelerini önlemek için onaylarını
almıştı. Kovulduğumuza göre demek ki kimse de bizi savunmamıştı. Belki Arif...
Yok canım Arif karşı çıksaydı, beni arayıp kovulduğumu da haber verirdi.
Anlaşılan o da artık beni savunmaktan yorulmuştu. Yine de ona kızmaktan kendimi
alamıyordum. Edeceği altı üstü bir telefondu. Hiç değilse insanların gözü önünde
böyle kapıdan dönmek zorunda kalmazdım. Bir an turnikenin üzerinden atlayıp,
içeri girmeyi başta Arif olmak üzere alayına sövüp saymayı, rezalet çıkarmayı
düşündüm. Ama bu duygum parladığı gibi çabucak söndü. Onlar buna değmezdi, daha
da önemlisi düşündüklerimi yapacak güç yoktu bende. Olan olmuştu. Şimdi pişkin
görünme zamanıydı. İçimde büyüyen bozgun duygusunu bastırıp, yüzüme rahat bir
ifade yerleştirdim. Güvenlik görevlisine teşekkür ederek, elindeki kartımı
aldım. Kapıya yönelecekken, duraksadım. Kapıyla aramdaki uzaklık topu topu beş
altı metreydi. Kimseye çaktırmadan gitsem, hayır, hayır, böyle kuyruğumu
bacaklarımın araşma kıstırıp, kaçar gibi uzaklaşmamalıydım. Nasıl olsa
kovulduğumu anlayacaklardı. Onlar anlamasa bile, daha şimdiden kuşkulu gözlerle
beni süzmeye başlayan bu genç irisi güvenlik görevlisi olanları ballandıra
ballandıra anlatmaktan geri durmayacaktı. Santraldaki kızlara yöneldim. Biri
telefonla konuşuyor, öteki not alıyor, diğeri ise mutsuz gözlerle boş boş önüne
bakıyordu. Beni görünce boş boş bakması kayboldu, ama mutsuzluğu öyle kolay
kolay geçeceğe benzemiyordu.
“Buyurun Adnan Bey” dedi yılgın, adeta cansız bir sesle. “Ne istemiştiniz?”
“Teşekkür ederim, hiçbir şey istemiyorum” dedim. Acınacak durumuyla alay
edebilen birinin kendine güveni içerisindeydim. Az önce bana geçit vermeyen
turnikeyi işaret ederek ekledim. “Duruma bakılırsa işten ayrılıyorum. Sizlerle
vedalaşmak istemiştim.”
Kız yine boş boş bakmaya başlayınca, bütün bu konuşmaları yapmaya
kalkıştığım için kendime lanetler yağdırarak, “İşten kovuldum” diye açıkladım.
“Artık görüşemeyeceğiz. Sizlerle vedalaşmak istedim.”
Kızın boş bakan gözleri şaşkınlıkla büyüyünce rahatladım. Sonunda derdimi
anlatabilmiştim.
“Ah, çok üzüldüm” dedi. Sonra dönerek yanındaki arkadaşlarına kötü haberi
verdi. “Duydunuz mu? Adnan Bey gazeteden ayrılıyormuş.”
İki kız da işlerini bırakıp bana baktılar.
“Hadi canım?” diye söylendi telefonla konuşanı, eliyle ahizeyi kapatarak.
“Evet, Kenan Bey’e yaptıklarını Adnan Bey’e de yapmışlar. Turnikenin önünde
kalmış.”
“Ne kadar ayıp” diye mırıldandı öteki. “Hadi Kenan Bey neyse de siz bu
gazetenin direğiydiniz.”
“Zaten hep iyi insanlar gidiyor” dedi hâlâ eliyle telefonun ahizesini
kapatan kız. “Şu gazetede o kadar gereksiz insan varken sizi mi buldular
kovacak!”
İçten görünüyorlardı, ama benim konuşmayı uzatmaya hiç niyetim yoktu,
güvenlik görevlisini de unutmadan hepsine ayrı ayrı teşekkür ederek ayrıldım
yanlarından.
Döner kapıdan çıkarken, kızın bahsettiği Kenan’ı düşünüyordum. İkitelli’ye
taşındıktan sonra işten çıkarılan ilk üst düzey gazeteciydi. Benim gibi bir
sabah işe gelmiş ve içeri girememişti. Ne olup bittiğini anlayıncaya kadar iyice
rezil olmuş, sonra da çaresizce evinin yolunu tutmuştu. Kapıdan çıkmadan önce,
“Demek ki İkitelli’de insan işten böyle atılıyormuş” diye mırıldandığını
söylediler. Gazetecilerin arasında pek sevilmezdi Kenan. Ne yalan söyleyeyim,
birçok arkadaş gibi ben de içten içe sevinmiştim onun böyle aşağılanarak işten
atılmasına. Kim derdi ki bir gün ben de aynı biçimde işten atılacaktım.
Gerçekten de işten atılmayı hiç beklemiyordum. Evet, son iki yıldır işler
çok kötü gidiyordu. Artık gazetecilik yaptığım söylenemezdi. Bana açtıkları
köşede haftada bir suyuna tirit yazılar yazıp, durumu idare etmeye çalışıyordum.
Ama benim gibi o kadar çok gazeteci vardı ki. Bir dönem başarılı işler yapıp
sonra yorulan, sıkılan, bunalıma düşen gazetecileri yönetim başından atmaz,
belki vefa borcuyla, belki ileride işe yarar düşüncesiyle elinde tutmaya devam
ederdi. Ben de yedekte tutulan gazetecilerden biri olarak gül gibi geçinip
gidiyordum. Geçinmek deyince kendi faturalarımdan önce oğlumun son okul taksiti
aklıma geldi. Ödeyemezsem Funda’ya yani eski karıma çok ayıp olurdu. Kovulduğumu
anladıktan sonra ilk kez panikliyordum. Geçim derdi hiç aklıma gelmemişti.
Boşuna suçlamamıştı Funda beni, “Sorumsuz herif” diye... Dur dur, hemen
karamsarlığa kapılmayalım. İşten çıkardıklarına göre bu adamlar tazminatımı da
ödemek zorundaydılar. Kenan’ı kovduklarında tazminatını geciktirmeden
ödemişlerdi. Altı yıldır bu gazetede çalıştığıma göre alacağım para da hatırı
sayılır bir miktar olmalıydı. O parayla oğlanın son taksitini öder, kalanıyla da
iş buluncaya kadar idare ederdim artık. Yeniden rahatlamıştım. Önüme çıkan su
birikintisinin üzerinden sevinçle atladım. Ama çok geçmeden kapıldığım bu
sevincin ne kadar aptalca olduğunu anladım. Elimdeki para bitince ne yapacaktım?
İş bulurum, diye mırıldandım, kendimi ikna etmeye çalışarak, ama buna inanmak
çok zordu. Bizim camiada, benim artık işe yaramayan bir alkolik olduğum
söylentisi çoktan yayılmıştı. Hangi gazete benim gibi birini işe alırdı? Hadi
eski günlerin hatırına, dostların yardımıyla işe alındım diyelim, ben bu
karmakarışık kafayla, bu yılgın ruh haliyle nasıl çalışırdım? Gazete yönetimine,
beni işten çıkaranlara içimden küfürler yağdırmaya başladım. Sahi bunlar beni
niye işten çıkarmışlardı? Ocak ya da temmuz ayı olsa enflasyonla mücadele
gerekçesiyle attıklarını düşünecektim, gazeteler genellikle bu aylarda insanları
işten çıkarırdı. Ama nisanın başlarında tensikata gittikleri görülmüş iş
değildi. Üstelik benden başka kimseyi çıkardıklarını da sanmıyordum. Son
zamanlarda, bırakın yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü gibi üst düzey
yöneticilerini, gazetenin çaycısıyla bile kavga etmemiştim. Öyle, kimsenin
etlisine sütlüsüne karışan yazılar da kaleme almıyordum. O halde neden beni
işten çıkarmışlardı?
Arabama gidene kadar bunun nedenini bulamadım. Ön camında kurumaya başlayan
yağmur damlalarıyla hüzünlü, ama uysal bir arkadaş gibi beni bekleyen
Plymouth’uma binip, geniş göğsünde, geçen hafta Gazeteciler Cemiyeti’nde verilen
kokteylin atmayı unuttuğum davetiyesini görünce gerçek kafama dank etti.
Kokteylde Cengiz’e, yeni yayın yönetmenimiz Bahri Narman’ı çekiştirmiştim. İşten
atılmama neden olan buydu. Bizim camiada yayılmasını istediğin bir söylenti mi
var, Cengiz’e anlatman yeter. Ne yapar eder, hatta yalnızca bu haberi vermek
için insanların ayağına kadar gider, olanları herkesin duymasını sağlardı.
Kötülük olsun diye değil, yapısı böyle olduğundan. Anında başkalarına
anlatmıştır benim yayın yönetmeni hakkında söylediklerimi ve kısa sürede Bahri
Narman’ın kulağına ulaşmıştır bu haber. Aslında Cengiz’le konuşurken, bunları
anlatabileceğinin farkındaydım, ama içkiden mi, yoksa iki yıldır yan gelip
yattığım halde beni işten atmamalarının verdiği rahatlıktan mı, dilime engel
olmamıştım. Şanssızlığım biraz da, yayın yönetmenliğine getirilen Bahri
Narman’ın kişiliğinden kaynaklanıyordu. Eğer eski yayın yönetmenimiz Mazhar
işbaşında olsaydı hakkında konuştuğum için asla beni işten uzaklaştırmayı
düşünmez, “geveze pezevenk” diyerek duyduklarına gülüp geçerdi. Fakat Bahri
Narman böyle bir davranışı asla affetmezdi. Çünkü o, gazeteyi yönetmekten çok
kendini ispat için uğraşıp duruyordu. Özgüveni zayıf olduğu için sert yöntemlere
başvurmaktan çekinmiyordu. Ama hakkını da yemeyelim, Bahri Narman günümüz gazete
patronlarının tam aradığı adamdı. Uyanıktı, ataktı, iki dil biliyordu daha da
önemlisi gazetecilik kadar ticaretten, işletmecilikten de anlıyordu. Son iki yıl
içerisinde, yani ben dibi boylarken o, patronunun yeni gözdelerinden biri olmuş,
genç yaşta gazetenin yayın yönetmenliğine kadar yükselmeyi başarmıştı. Ama daha
alacağı çok yol, ele geçireceği çok kale vardı. Bu yüzden otoritesini sarsacak
en ufak bir söylentiyi bile kaldıramazdı. Gazetecileri iyi tanımadığı için de
saygınlığını ancak böyle koruyabileceğini sanıyordu. Bir gün hanyayı konyayı
anlayacaktı, ama bu arada benim gibi bir düzine ekâbir gazetecinin de ekmeğiyle
oynamış olacaktı.
Arabamı çalıştırırken, Bahri Narman hakkında düşünmenin bile beni yorduğunu
fark ettim. Bir sigara yaktım. Arabamı hareket ettirmeden önce son bir kez,
gazete binasına baktım. Gözlerim üst katta Bahri Narman’ın odasının penceresine
takıldı. Acaba beni izliyor muydu? Oradan kim bilir ne kadar küçük biri olarak
görünüyordum. Belki de benim umutsuz adımlarla arabama binmemi, çaresizlik
içinde evime dönmemi, kendi büyüklüğünün kanıtı olarak görüyordu. Hadi canım sen
de adamın işi gücü yok, gazete için hiçbir önemi kalmamış bir elemanın
ayrılışını mı izleyecekti? Aklımdan bunlar geçerken pencerenin önünde bir gölge
kıpırdar gibi oldu. Neden izlemesin, diye geçti aklımdan. Bunlar manyaktır.
Pencereye daha dikkatli bakmaya başladım. Hayır yanılmıyordum, penceredeki
kıpırtıların nedeni, beni izleyen Bahri Narman değil, yağmur bulutlarının
gökyüzünde hızla çoğalmaya başlamasıydı. Güneşin kaybolmasıyla bina rengini
yitirip, gökyüzünün koyu kurşunîliğine büründü. Tuhaftır, nefret ettiğimi
sandığım bu binaya bakarken, içimde hüzne benzer duyguların uyandığını
hissettim, ama aldırmadım, sigaramdan derin bir nefes daha çekip, arabamın
gazına usulca dokundum.
İkinci bölüm
Otobana çıkar çıkmaz yeniden başladı yağmur. Önce bir serpinti, ardından bir
metre önümü bile görmeme engel olan bir sağanak. Kimse arabasına çarpılmasından
hoşlanmaz, ama bendeki kaza korkusu saplantı düzeyindedir. Kaza dediysem yanlış
anlaşılmasın yalnızca kendi canım için kaygılanmaktan söz etmiyorum. Kuşkusuz
herkes gibi ben de yaralanmaktan, sakat kalmaktan, ölmekten korkarım, ama
arabama verilecek en küçük bir zarar da bedenime alacağım bir darbe kadar
korkutur beni.
Sözünü ettiğim takıntı -bakın takıntı diyorum- bana rahmetli babamdan miras
kaldı. Toprağı bol olsun bizim peder, dünyanın en uysal adamıydı. Ne dışarıda
içki içer ne de gecelerini arkadaşlarıyla geçirirdi. Bankadan çıkar çıkmaz
soluğu evde alır, her akşam olduğu gibi bir kadeh rakısını, ailesiyle aynı
masada içerdi. Mesleği olan bankacılığı ne fazla sever ne de nefret ederdi.
Mesleği sevmeyi de fazla önemsemezdi zaten. İnsan para kazanmalıydı, bunun için
de bir işi olmalıydı. Ailesinden sonra, yaşamda önem verdiği tek şey Amerikan
arabalarıydı. Amerikan arabalarına olan ilgisini hobi diye tanımlarsam, onun bu
tutkusuna saygısızlık etmiş olurum. Amerikan arabalarından bahsederken, sanki
masallardaki büyülü atları tarif eder gibi yüzü gerilir, gözleri kısılır, sesi
heyecanla titremeye başlardı. Belki inanılmaz gibi gelecek, ama babam sokaktan
geçen arabaların seslerine göre markalarını, modellerini, kaç silindir
olduklarını bilirdi.
Annem, ben doğarken öldüğü için onun bu konudaki duygularını bilmiyordum,
ama üvey annem Keriman Abla hiçbir zaman anlayamamıştı babamın araba tutkusunu.
Bırakın anlamayı, babamın olmadığı yerlerde onun araba sevdasıyla alttan alta
alay etmekten bile çekinmemişti. Evliliklerinin ilk günlerinde babamın bu
tutkusuna saygı gösterir gibi olmuş, ama sonra, özellikle de ilk eşinden olan
oğlu Doğan’ın evde üvey evlat muamelesi görerek, yatılı okula gönderilmesinin
ardından tavrını tümüyle değiştirmişti.
İtiraf etmek gerekirse, babam ölünceye kadar, ben de Keriman Abla gibi pek
anlamlı bulmamıştım onun bu geniş arabalara duyduğu ilgiyi. Evet, arabalara
binmekten hoşlanırdım, şoförlüğü daha on üç yaşındayken öğrenmiş olmakla açıkça
ovunurdum. Ama babamın her sabah uyanır uyanmaz, ilk iş olarak arabasının yanına
gitmesini, hafta sonlarını arabasıyla uğraşarak geçirmesini, herkes gibi park
etmek için sokağı kullanmak yerine evin yakınlarında bir garaj kiralamış
olmasını anlayamazdım. O garaj yalnızca arabasını koruduğu bir sığmak değil,
adeta bir Amerikan arabaları tapmağıydı. Duvarın birine boydan boya bir kitaplık
yapmıştı. Rafları Amerikan arabalarıyla ilgili yazılı, görsel belgelerin yer
aldığı dosyalarla doldurmuştu. Neler yoktu ki bu dosyalarda? Chevrolet’ler,
Plymouth’lar, Cadillac’lar, Chrysler’ler, Ford’lar, Pontiac’lar, Lincoln’ler...
Bu arabaların üretildiği fabrikalar, ilk modellerinin resimleri, aksesuarları,
bunlara sahip olan şarkıcılar, oyuncular, sporcular, devlet başkanları...
Pek çok insanın anlamsız bulacağı böyle bir uğraşın, babam tarafından
ciddiye alınarak, ancak istihbarat servislerinde görülebilecek bir titizlikle
arşivlenmesi beni derinden etkilemişti. Onun bu gizli dünyasını gördükten
sonradır ki babamın Amerikan arabalarına duyduğu tutkuyu anlamaya çalışmış,
nedenleri üzerinde kafa yormaya başlamıştım. Fakat daha nedenlerini bulamadan
ben de bu tutkuya kendimi kaptırmıştım.
Erkekler ile otomobillerin arasındaki o tuhaf bağlılığın muhteşem birer
örneği olan bu arabalar, bir heykeltıraşın elinden çıkmışa benzeyen biçimi, göz
alıcı rengi, motorunun bir müzik aleti gibi ritimli işleyişinden çok, üretildiği
yılların izini taşıyan gizli tarihiyle ilgimi çekmişti benim, inanın,
abartmıyorum. Her araba üretildiği yılın izlerini taşır. O yıllardaki ekonomik
durum, politik ortam, uluslararası ilişkilerde yaşananlar, askerİ gerginlikler,
sanatsal yaratım sürecindeki inişler çıkışlar, hatta modadaki gelişmeler,
otomobil dilinin özel şifreleri olarak üretilen arabanın jantlarında,
kaportasında, şasisinde, motorunda, camlarında, dikiz aynalarında,
lastiklerinde, boyasında yerlerini alırlar. Sürücüler bu şifreleri tam olarak
çözemese de araçlarına sinmiş olan zamanın ruhu, her fırsatta kendini
hissettirmeye çalışır. Bu ruhu hissetmek sürücülere hiçbir şey kazandırmaz
aslında. Olsa olsa aracıyla övünürken söyleyebileceği birkaç parlak lafı daha
olur, hepsi bu. Bana gelince, babamın araba tutkusunu çözmeye çalışırken,
araştırmamın kurbanı olarak, bu gizli şifrelerin arasında sıkışıp kalmış, bir
araba sevdalısı olup çıkmıştım. Belki de babam bunları hiç düşünmemişti bile.
Belki de o sadece bu büyük arabaların albenisine kapılmıştı. Belki de uzun
yıllar Anadolu kentlerinde görev yapan İstanbullu bir memur olarak, çevresindeki
insanlardan farklı olduğunu göstermek için sarılmıştı araba sevdasına.
Bilemiyorum. Ne yazık ki o sağken bu konuyu hiç konuşmamıştık. Gerçi konuşsak da
bir sonuç çıkacağını sanmıyordum. Büyük olasılıkla o da tutkusunun nedenini
bilmiyordu. Sanırım bilseydi, tutkusunu yitirirdi... Yitirir miydi? Ben bildiğim
halde yitirdim mi? Ama ben de tam olarak bilmiyorum ki. Evet, nedenleri üzerine
kafa yoruyorum, ne var ki henüz işin içinden çıkabilmiş değilim. Üstelik benim
araba tutkum babamınki kadar güçlü de değil. Baksanıza, doğru dürüst bir arşivim
bile yok... Her neyse babamın bu tutkusunun nedenlerim artık hiçbir zaman
çözemeyeceğim. Belki ben öldükten sonra oğlum... Hayır hayır, onun ilgi alanı
Amerikan arabaları değil, bilgisayarlar... Aklımdan bunlar geçerken bir gürültü
koptu. Hemen önümde siyah bir Mercedes, bej renkli bir Volvo’ya arkadan
bindirdi. Arabaların rahatça hız yapabildiği bu yolda, her an bir acemi
Plymouth’uma vurabilirdi. Bir an önce, araba öğüten bu lanetli yoldan
kurtulmalıydım. Aklıma yakındaki grosmarket geldi. Cuma akşamları eve dönerken
haftalık erzakımı tedarik ettiğim büyük alışveriş merkezi. Erzak dediysem hemen
aklınıza kiler dolduracak, bakliyatından yeşil salatasına geniş bir liste
gelmesin. Şöyle ayaküzeri hazırlanacak, rakıma arkadaşlık edebilecek beyaz
peynir, sosis, hazır meze, çerez, çoğu zaman bir alışveriş arabasını bile
doldurmayacak yiyecek malzemesi. Gerçi bugün cuma değildi, ama ne fark eder.
Nasıl olsa artık işe gelmeyecektim. Hem evde rakı stokum da azalmıştı. Sağ
şeride iyice yaklaşarak, adım adım ilerleyen arabaların peşine takıldım.
Yirmi dakika sonra marketin geniş park yerinde güvenli bir yer arıyordum.
Gerçi hafta arası olduğu için market sakindi, park yerinde çok az araba vardı,
yine de arabamı öyle uluorta yere bırakmak içimden gelmiyordu. Sonunda marketin
sol yanında kuytu bir köşe bulabildim.
İyice azıtan yağmurda koşarak kendimi içeri zor attım. Girişte saçlarımdan
akan sulan, elimle silip, kurulandıktan sonra alışveriş arabalarından birini
önüme katıp, marketin kedi mamasından bilgisayara, dikiş iğnesinden buzdolabına,
motosikletten su matarasına, halis tereyağından hakiki Meksika tekilasına kadar
aklınıza gelebilecek her çeşit yerli yabancı maldan oluşan duvarlarının arasında
uzanan dar koridorlarında ilerleyerek gerçek dostum rakıların bulunduğu raflara,
yöneldim. En tüketim karşıtı olanımızı bile baştan çıkaracak bu mal çeşitliliği
karşısında şaşkınlığa düşmeden, kararsızlığa kapılmadan ne istediğini bilen bir
insanın soğukkanlılığı içinde, önümde duran ilk rakı kolisine uzandım. Kalınca
bir naylonla sıkıca paketlenmiş koliyi kendime doğru çekerken tabanındaki
yırtığı fark ettim. Koliyi anında rafına geri ittim. Biraz geç kalmış olsaydım,
rakı şişeleri zeminde patlamış, ortalığı mis gibi anason kokusu kaplamış
olacaktı. Daha dikkatli davranmalıydım. Raftaki rakı kolilerinin altına bakmaya
başladım. Şu işe bakın, üst raftaki bütün koliler ya yırtıktı ya da şişeleri
açıktaydı. Diz çökerek alttaki rafa baktım. Evet, sonunda aradığımı bulmuştum.
Sapasağlam bir kolide dizili duran bir düzine şişe, daha ne düşünüyorsun, al da
bizi eve götür dercesine yüzüme bakıyordu. Koliyi kaldırıp, alışveriş arabasına
koyarken, gördüm onu. Tam karşımda duruyordu, yüzünde içten bir gülümseme vardı.
“Demek hâlâ rakı içiyorsun” dedi selam vermek yerine.
“Evet” dedim, çok iyi tanıdığım, ama bir an çıkaramadığım, bu uzun boylu,
kır saçlı, yakışıklı adama.
Yüzümdeki ifadeden duraksadığımı anlamıştı.
“Aşkolsun Adnan” dedi, “insan hayattaki tek kardeşini tanımaz mı?”
Alaycı bir tavır takınmıştı, ama sesindeki sitem, bana geçmişi anımsatacak
kadar ciddiydi.
“Doğan!” diye fısıldadım, “Doğan sen misin?”
“Benim” dedi sakin bir tavırla.
“Ama...”
“Ne aması, yoksa öldüğümü mü sanıyordun?”
“Allah geçinden versin, öldüğünü sanmıyordum da...”
“Başımın belada olduğunu düşünüyordun” diyerek sözlerimi tamamladı.
Yanıtlamak yerine şaşkınlıkla yüzüne baktım. Siyah saçları iyice beyazlanmıştı,
çekik gözlerinin uçlarında, ağız kıvrımlarında kırışıklıklar oluşmuştu, ama beni
şaşkınlığa uğratan değişiklik bakışlarındaydı; bir zamanlar insana uzlaşmaz bir
inatla, ölmeye öldürmeye giden bir savaşçının kararlılığıyla bakan yeşil gözleri
yumuşamış, yenildiğini anlayan, bundan da utanç duymayan bir adamın kalender
bakışlarına dönüşmüştü. Neşeli görünmeye çalışıyordu, ama konuşurken yüzünün
gölgelenmesine engel olamamıştı. Evet, başı beladaydı. Yanılıyor muydum?
Yanılmadığımı, sözlerini bitirince tedirginlik içinde çevresine bakınmasından
anladım. Gözlerimiz karşılaşınca:
“Konuşmamız gerek” dedi.
Sözleri, çoktandır unuttuğum, meraka, kaygıya benzer bir kıpırtı yarattı
yüreğimde. Şaşkındım, tedirgin olmuştum, açıkçası korkmuştum. Yine de
yüreğimdeki kıpırtıdan bir hoşnutluk duydum. Demek heyecanlanabilme yetimi hâlâ
koruyordum.
Üçüncü bölüm
Marketin ikinci katındaki kafeye oturduğumuzda, “Konuşmamız gerek” diye
yineledi üvey kardeşim. Onu en son, yirmi yıl kadar önce Maltepe Askerî
Tutukevi’nde tel örgülerin ardında görmüştüm. Hiç istemememe rağmen babamın
ısrarıyla, onlarla birlikte üvey kardeşimi ziyarete gitmiştim. Bizi görünce
sevinmişti Doğan, hatta belki de yaşamında ilk kez dostça bakmıştı bana. Üç
arkadaş birlikte oluşturdukları ölüm timiyle, bir solcu öğrenciyi belediye
otobüsünden kaçırıp, telle boğma suçundan ikinci tutuklanışıydı. İlk
tutuklanmasında üç ay kadar içeride kalmış, yeterli kanıt olmadığı için serbest
bırakılmıştı. Tutuksuz yargılanacaktı. Serbest kalan Doğan eve geldi. Oysa son
iki yıldır evde düzenli olarak kalmıyordu. Haftada bir uğrar, yemek yer, banyo
yapar, sonra çekip giderdi. Doğan evde kalmak isteyince, oğlunun geçen yıl
kazandığı, ama okul solcu öğrencilerin egemenliğinde olduğu için gidemediği
Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’ne artık devam edeceğini
zanneden annesi sevinçten deliye dönmüştü. Gençliğinde Demokrat Parti’yi
desteklemesine, hatta Türkiye’nin idamla cezalandırılan tek başbakanı Adnan
Menderes’e duyduğu sevgi yüzünden benim adımı da Adnan koymasına rağmen sağcı
üvey oğlunun görüşlerine hiçbir zaman yakınlık duymamış olan babama gelince,
sanırım o da Doğan’a son bir şans vermekten yanaydı. Bu yüzden eve dönmesine
memnun olmuş göründü. Üvey annem Keriman Abla, her fırsatta oğluna iftira
edildiğini tekrarlayıp duruyordu. Doğan ise olay hakkında tek sözcük etmedi. Her
zamanki soğukkanlılığı içinde, “Korkacak bir durum yok, mahkeme beraat kararı
verecek” diyordu konu açılınca. Ama mahkeme beraat yerine yeniden tutuklama
karan verdi. Sürpriz bir tanık ortaya çıkmış, Doğan’ı ve iki arkadaşını teşhis
etmişti. Böylece Doğan yeniden içeri girdi, işte bu ikinci girişinde babamın
ısrarıyla görmeye gitmiştim, bu onu son görüşümdü. Keriman Abla oğlu için
kaygılanıyordu. Doğan ise sakinliğini koruyor. “Merak etme Anne yakında buradan
çıkacağım” diyordu. Ben dahil kimse inanmamıştı ona. Ama hepimizi yanılttı,
gerçekten de altı ay sonra çıktı hapishaneden. Bu kez eve gelmedi. Keriman
Abla’yla konuşmuş, yeniden tutuklanmaktan korktuğu için bilinmeyen bir adrese
taşınmıştı. Bizimle vedalaşmaya bile gerek görmemiş, durumu sadece annesine
anlatmıştı. Babam, gece boyunca “Nereye gider bu çocuk, başına bir iş almasa
bari” diyerek kaygılanır gibi davrandı, ama iyi biliyordum ki Doğan’ın gitmesine
benim gibi o da içten içe sevinmişti.
İtiraf etmek gerekirse hiç hoşlanmazdım Doğan’dan. Bu sevgisizlik, yalnızca
politik görüşlerimizin farklılığından ve o yıllarda bu farklılığın bir tür kan
davası sayılıp, düşünceleri karşıt diye insanların gözlerini kırpmadan
birbirlerini öldürecek kadar çılgınlaşmış olmasından kaynaklanmıyordu. Annesiyle
birlikte evimize geldiği ilk günden beri kanım ısınmamıştı ona. Babası bir
trafik kazasında ölmüştü. Annesinden başka kimsesi yoktu. Artık başka bir adamın
evinde yaşayacaktı. Ama sanki bunlar Doğan’ın hiç umurunda değilmiş gibiydi. O
soğuk yeşil gözleriyle dünyayı ben yarattım dercesine bakıyordu çevreye. Ne
çekingenlik ne de tedirginlik vardı yüzünde. Bizim evimizde benden daha rahat
dolaşıyordu. İstediği odaya girip çıkıyor, istediği eşyalara rahatça
dokunuyordu. Benimkiler hariç. Bir gün olsun resimli romanlarımdan birini
okumadı, plaklarımı dinlemeye kalkmadı, bisikletime binmek istemedi. Ben
engellediğimden değil, aldırmaz görünmek istediğinden. Böylece, bana sen bir
hiçsin, demek istiyordu. Benden dört yaş daha küçük olmasına, annesinin ve
babamın tüm zorlamalarına rağmen bir gün bile abi demedi bana. Bu hali beni deli
ediyordu, kavgacı bir çocuk olmadığım halde içimde onu dövme isteği
uyandırıyordu. Sonunda dayanamayıp onu da yaptım.
Evimize geldikleri yılın sonbaharında, babam ona matematik çalıştırmamı
söyledi. Benim için çok tatsız bir durumdu, ama babamın sözünden çıkamazdım,
çaresiz kabul ettim. Doğan da benzer duygular içindeydi. Benden ders almayı hiç
istemiyordu. Ne var ki o da büyüklerimize karşı gelememiş, her gün iki saat
yanıma gelip rakamlar hakkında söylediklerimi dinlemek zorunda kalmıştı. Bir
farkla, ben bu işten hoşlanmasam da üvey kardeşimin matematik dersini anlaması
için elimden gelen her çabayı gösteriyordum. O ise hem derse hem de bana karşı
ilgisiz görünüyordu, ama tuhaftır anlattıklarımı da öğreniyordu.
Tekrarladığımızda, geçen ders öğrendiklerini hiç zorlanmadan aktarıyor, verdiğim
problemleri eksiksiz olarak çözüyordu. Kabul etmeliydim ki oldukça zeki bir
çocuktu. Daha da kötüsü bunun farkındaydı. Kendine duyduğu güven onu şımarık,
kendini beğenmiş ve çekilmez bir çocuk haline getiriyordu. İki hafta sonra
anlattıklarımı basit bularak, alttan alta benimle dalga geçmeye başladı. Ona iyi
bir ders vermenin zamanı gelmişti. Daha zor konulara geçtim. Derse olan
ilgisinin artmaya başladığım gördüm. Ama yeterli olmuyordu, olmazdı da. Çünkü
ben yeterli olmasına hiçbir zaman izin vermeyecektim. Gururunu yenip anlamadığı
yerleri sorma akıllılığım gösteremeyince, denklemleri çözememeye, dersi
anlamamaya başladı. Bunun üzerine derse iyice asıldı. O asıldıkça ben daha zor
sorular hazırlamaya koyuldum. Bunlarla başa çıkması imkânsızdı. Önce
ilgisizleşti, sonra derslere gelmemeye başladı. Artık babama yakınma zamanı
gelmişti, her yalnız kaldığımızda Doğan’ın konuları anlamakta zorluk çektiğini,
üstelik tembel olduğunu anlatmaya başladım. Bu işe en çok şaşıran üvey annem
Keriman’dı. Matematikten hiç anlamayan kadıncağız, oğlunun çalışkan bir öğrenci
olduğunu, öğretmenlerinin onu çok sevdiğini söyleyerek Doğan’ı savunmaya
çalışıyor, ama verdiğim ödevlerin yapılmamasını açıklayamıyordu. Babam ise
anlamlı bir suskunlukla bana destek veriyordu. Babamın bu tavrı yüreğime su
serpti. Demek o da, bu kendini beğenmiş oğlanın, dünyayı ben yarattım
havalarındaki tavrından rahatsız olmuştu. Üvey oğlunu birkaç kez bizzat benim
önümde azarlamaktan çekinmedi. Doğan kaşlarını çatarak, yüzü kıpkırmızı dinledi
babamı. Ne itiraz etti ne artık çalışacağım türünden oyalayıcı sözler söyledi,
yalnızca dinledi. Onun bu tavrını burnunun sürtüldüğüne, onu yendiğime yordum.
Ama yanılıyordum. Doğan öyle kolay teslim olacak çocuklardan değildi. Ne var ki
hemen tepki göstermedi. Derslere düzenli olarak gelmeye başladı. Artık
yapabildiği kadarım yapıyor, yapamadığını da öylece bırakıyordu. Kavgayı
kazandığımı düşündüğümden ben de üstüne gitmiyor, avını kontrol sahasına alan
bir avcının rahatlığı içinde keyifle onun hareketlerini gözlemliyordum. Görünüşe
bakılırsa kaygılanmamı gerektirecek bir durum da yoktu. Ama fena halde
yanıldığımı çok geçmeden anlayacaktım.
O cumartesi, babam katılmamı istemediği için idmanlarına gizlice gittiğim
mahalleler arası futbol turnuvasının ilk maçı vardı. Büyük bir heyecan
içindeydim. Takımla birlikte günlerdir bu turnuvaya hazırlanıyordum. Formamı,
ayakkabılarımı geceden arkadaşlardan birinin evine bıraktım, eşyalarımı sahaya o
getirecekti. Ertesi sabah o sahaya hiç gidemeyeceğimi nereden bilebilirdim.
Akşam yemekte Doğan, saygılı bir tavırla babama, bir ay sonra ortaokullar
arasında yapılacak bir bilgi yarışması olduğunu anlatmaya başladı. Okul yönetimi
yarışmaya katılabilmesi için her sınıftan üç öğrenci seçmişti. Bu öğrencilerden
biri de bizim Doğan’dı. Babam onu tebrik etti, Keriman Abla’nın gözlerinin içi
ışıldıyordu. Doğan sakin bir tavırla konuşmasını sürdürüyordu. Onu seçmelerinde,
evdeki çalışmaların büyük yaran olduğunu söyleyerek bana bile teşekkür etmekten
çekinmedi. Artık onu kesinlikle yendiğimden emin olmaya başlamıştım ki
yanıldığımı kanıtlayan sözleri ardı ardına sıralayıverdi.
“Ama” dedi, “henüz yarışmaya katılacak grup belirlenmedi. Yarışmada
okulumuzu temsil edecek dört kişi, sınıflardan seçilen grupların katılımıyla
pazar günü okulda yapılacak sınavla belirlenecek.” Yeşil gözlerini masumca
kırparak konuşmayı sürdürdü. “Ben seçilebilir miyim, bilmiyorum. Biraz zor.”
“Tabiî ki seçilirsin. Niye seçilmeyesin oğlum?” diye destekledi annesi.
“Sınava girecek çocukların bir kısmı üst sınıflardan, hepsi benim gibi 2.
sınıftan olsaydı, korkmazdım ama...” deyince:
“Ne olacak canım” diye atıldı babam, “yarın bütün gün abinle oturur, ders
çalışırsınız.”
Çiğnediğim lokma boğazıma düğümlenip kalmıştı. Güçlükle yuttuktan sonra:
“Baba yarın benim işim var” diyecek oldum.
“Kardeşinin sınavından daha önemli bir işin olamaz” diyerek, söyleyeceğim
yalanı bile dinleme zahmetine katlanmadı. Bakışlarım Doğan’ın güzel yüzünde,
kazandığı zafer nedeniyle ışıl ışıl yanan gözlerine takıldı. O anda, bunun
günlerdir tasarladığı bir planın son halkası olduğunu anlayıverdim. İdmanlara
katıldığımı görmüştü, turnuvada oynayacağımı duymuştu ve yarınki maçın benim
için çok önemli olduğunu biliyordu. Maça çıkmamı önlemek için son güne kadar
beklemiş, yarışma haberini de son anda vermişti. Babamın, onu çalıştırmamı
isteyeceğinden, benim de karşı çıkamayacağımdan en küçük bir kuşkusu yoktu. Hem
karşı çıksam da ne olacaktı, babama, yasakladığı futbol turnuvasına katıldığımı
anında ispiyonlayıverirdi. Düş kırıklığı içinde yemek masasında öylece
kalıverdim. Yemekten kalkınca bir bahane uydurup takım kaptanının evine gittim.
Yarın maça katılamayacağımı söyledim. Kaptan küplere bindi. Bağırdı, çağırdı
sonra da, “Eğer yarın gelmezsen bir daha takımda oynayamazsın” diyerek kestirip
attı Böyle tehditler savurarak, beni yarınki maça getirebileceğini sanıyordu.
Bilmiyordu ki, ben hiçbir zaman babamın sözünden çıkamazdım. Bu kez de öyle
olacaktı, takımdan atılmayı bile göze alarak, evde oturup, Doğan’a ders
çalıştıracaktım. Ama Doğan da bunu pahalıya ödeyecekti.
Ertesi sabah kahvaltıdan hemen sonra oturduk dersin başına. Arkadaşlarım
futbol sahasında ısınırken, ben de matematik kitabının sayfalarını çevirmeye
başladım. Doğan’ı ilk kez bu kadar istekli görüyordum; neşe içinde verdiğim
problemleri çözüyor, kurduğu denklemler hakkında ayrıntılı açıklamalar
yapıyordu. Ben ise kurulmuş bir makine gibi üzerime düşeni yapmaya çalışıyor,
her zamanki gibi dersi anlatıyordum. Ama yüreğim her an fırtınaya dönüşebilecek
öfke yüklü bulutlarla kaplıydı. En büyük korkum, bu fırtınanın zamansız
patlaması, etkisinin beklediğimden daha az olmasıydı. Öfkemi denetim altında
tutmak için büyük bir çaba harcıyordum. Doğan nasıl inceden inceye düşünerek
benden intikam aldıysa ben beterini ona yapmalıydım. Üstelik acelem de yoktu.
Nasıl olsa, oyun benim evimde oynanıyordu, o kabul etmese bile abisi sayılırdım,
anlayacağınız saha ve seyirci üstünlüğü bana aitti. Benim için en uygun olan
zamanda ağzının payını verecektim.
Öğleden sonra babam ve Keriman Abla alışveriş için çıktılar. Onlar gidince
Doğan tedirginleşti, sanki kendisine saldırmamı bekliyormuş gibi beni kollamaya
başladı. Ona şu anda saldırmak gibi bir niyetim yoktu, ama benden çekindiğini
bilmek hoşuma gidiyordu. Bu memnuniyetimi ona belli etmemeye çalıştım. Büyükler
evdeyken nasıl davrandıysam aynı şekilde ders çalıştırmayı sürdürdüm. Tavrım
Doğan’ı önce şaşırttı, sonra sinirlerini bozdu. Derse olan ilgisi azalmaya,
sorduğum sorulara yanlış yanıtlar vermeye başladı. Bunu nasıl yaptığıma kendim
de şaşarak ona anlayışla yaklaştım. Sesimin tonunu yükseltmeden problemi nasıl
çözeceğini anlatmaya çalıştım. Ben böyle yaptıkça Doğan’ın huzursuzluğu
artıyordu. O gerginleştikçe ben daha anlayışlı görünmeye çalışıyordum. Sonunda
dayanamayıp, öfkeyle:
“Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye bağırmaya başladı.
Saflığa vurdum.
“Nasıl, ne yapmaya çalışıyorum?” diye sordum.
“Bana numara yapma” dedi. Sağ işaret parmağını yüzüme doğru sallayarak
ekledi.
“Benden nefret ettiğini biliyorum. Karşımda anlayışlı abiyi oynama.”
“Sen neden bahsediyorsun, biz kardeşiz” diyerek onu biraz daha
sinirlendirdim.
“Bana kardeşim deme” dedi. Yüzünün gerildiği, yeşil gözlerinin öfkeyle
kısıldığını gördüm. Doğru yoldaydım. Tam da onun söylediği gibi “anlayışlı
abi”yi oynamayı sürdürdüm.
“Neden öyle diyorsun kardeşim” diye masumca mırıldandım.
“Bana kardeşim deme” diye yineledi. Sesi sertleşmişti, ama daha ileri
gidebileceğini sanmıyordum, hele bana vurmaya cesaret edebileceğini aklımın
ucundan bile geçirmiyordum. Bu yüzden ilk yumruğu savurduğunda hazırlıksız
yakalandım. Bereket, oturduğu yerden vurmaya çalıştığı için tam isabet
ettirememiş, yumruğu sol yanağımı sıyırıp geçmişti. Kavgacı bir çocuk olmadığımı
söylemiştim, ama maçlarda çıkan arbedelerde kendimi savunmayı bilecek kadar da
deneyimliydim. Doğan boşa giden yumruğuyla birlikte sola yatınca, hızla
doğrularak sağ yumruğumu yüzüne indirdim. Yediği darbenin etkisiyle iskemleyle
birlikte sırtüstü yere yıkıldı. Ben de iskemlemi iterek ayağa kalktım. Tuhaftır
sakinliğimi hâlâ koruyordum. Doğan burnunu tutarak doğrulmaya çalıştı.
Parmaklarının arasından süzülen kanı o zaman fark ettim. Ama hiç bozuntuya
vermedim.
“Kardeşim ne oldu, çok mu canın yandı?” diye alaycı bir tavırla söylendim.
Alaycı sesim onu kışkırtmaya yetmişti, ayağa fırlayarak, üzerime saldırdı. Bana
yaklaşmadan önce çenesine bir yumruk daha indirme fırsatım oldu. Ama bu ilki
kadar etkili olmadı, onu durduramadım. Birlikte yere yuvarlandık. Yine de ondan
önce davranıp, üzerine çıktım. Ne de olsa günlerdir maç için antrenman
yapıyordum.
“Niye uslu durmuyorsun” diyerek, iki kolunu da ellerimle bastırdım, onu
altımda ezmeye başladım. Doğan kurtulmak için çırpmıyor, debeleniyor, ama beni
üzerinden atamıyordu. Yenildiğini kabul etmesi için bir süre bekledim. Artık
çırpınmıyordu, yalnızca nefret dolu gözlerle yüzüme bakıyordu. Bu kadarının
yettiğini düşünerek:
“Tamam mı, uslandın mı?” dedim, kendi gücünden emin olan birinin
küçümseyiciliğiyle.
Sesini çıkarmadı. Bu tavrını teslim olduğuna yorarak usulca kalktım
üzerinden. Ama yanılmıştım, tam doğrulurken sol ayağıma sarıldı. Az kalsın
dengemi kaybedip, düşecektim. Son anda sağ dizimi yere koyup, Doğan’ın suratına
bir tokat patlattım. Tokat tam yerine denk gelmişti. Elleri gevşedi, sol ayağımı
kurtarıp, hızla doğruldum. Doğan da kendini toparlayıp ayağa kalkmıştı.
Hiç beklemeden bilinçsizce üzerime atıldı. Tam zamanında geri çekildim.
Öfkeyle titreyen kollan boşluğu kucakladı. Bir an duraksadıktan sonra yeniden
üzerime gelerek, hedefine ulaşmayan yumruklar savurmaya başladı. Sersemlediğini,
moralinin bozulduğunu daha da önemlisi yorulmaya başladığını biliyordum. İstesem
onu evire çevire dövebilirdim, ama artık vurmak içimden gelmiyordu. Dikkatle onu
izleyerek adım adım geriledim. Sonunda ya bayıldığından ya bana vuramayacağını
anladığından durmak zorunda kaldı. Derin derin soluyarak, elinin tersiyle
burnundan çenesine süzülen kanı sildi. Birden şaşkınlıkla durdu, elini kızıla
boyayan kana baktı. Burnunun kanadığını ilk kez fark ediyordu. Kanı görünce
çılgına döndü. Yeşil gözleri öfkeyle parıldadı. Bana atmak ya da vurmak için
aceleyle çevresinde bir şeyler arandı. Ben de onunla birlikte arandım. Meyve
tabağının içindeki bıçağı gördüğümde çok geçti. Doğan benden önce davranmış,
bıçağı kapmıştı. Kendimi korumak için yere düşen iskemleye eğilirken bıçağı bana
doğru savurdu. İskemleyi alamadan geriye çekildim. Elinde bıçakla üzerime
geliyordu. Telaş içinde sağa sola bakmıyordum, ama kendimi savunacak uygun bir
eşya bulamıyordum. Zaten bulsam da onu almama asla izin vermeyecekti. Sonunda