Table Of ContentBRAM STOKER
DRAKULA
TÜRKÇESİ: PINAR GÜNCAN
BORDO SİYAH
Avrupa'nın sınır bölgelerinden bir yerden gelen Kont
Drakula, Viktorya Çağı İngiltere'sinde ortalığa dehşet saçar.
Lanetli, denetlenemez olan bir güç, sarsılmaz görünen bir
düzenin içine sızmıştır. Cinsiyet ayrımının, sınıflar ayrımı
gibi mevcut toplumsal düzenin temel dayanaklarını
oluşturduğu, kadının çekirdek ailedeki anne rolünün
kutsallaştırıldığı bir kültürel coğrafyada ve dönemde, Bram
Stoker, bir aristokratı vampirleştirerek yerleşik anlayış ve
ahlak normlarını "dişleyip" durur. Mektuplar, günlükler,
notlar biçiminde birinci tekil kişi anlatımlar zincirinden
oluşan Drakula romanı, korku türünün en popüler klasiği
sayılsa bile, bu türün çok ötesine geçen açılımlarıyla gerçek
bir edebiyat klasiği oluyor.
Drakula: Ölümsüzlüğün laneti.
BİRİNCİ BÖLÜM
JONATHAN HARKER'IN GÜNLÜĞÜ
(Steno1 ile tutulmuştur)
3 Mayıs, Bistritz2 - Mayıs'ın l'inde, akşam saat 8:35'te
Münih'ten ayrıldık, ertesi sabah erken saatlerde Viyana'ya
vardık; aslında 6:46'da varmamız gerekiyordu, ama tren bir
saat geç kalkmıştı. Trenden ve caddelerde yaptığım küçük
yürüyüşte görebildiğim kadarıyla Budapeşte3 harika bir yere
benziyor. Geç vardığımız ve mümkün olduğunca zamanında
yola çıkacağımız için istasyondan fazla uzaklaşmaya
korkmuştum. Ayrıca burada Batı'dan ayrılıyor da Doğu
dünyasına geçiyormuşuz gibi bir izlenime kapılmıştım; asil
bir genişliğe ve derinliğe sahip Tuna4 Nehri'nin üzerindeki
muhteşem köprülerin en Batılı olanları bile, sanki bizi Türk
egemenliğinin geleneklerine götürüyordu.
Neredeyse zamanında yola çıktık ve akşam karanlığı
bastırdıktan sonra Klausenburgh'a5 ulaştık. Burada, geceyi
Royale Oteli'nde geçirdim. Akşam yemeğinde, ya da daha
doğrusu son gece yemeğinde, kırmızı biberle pişirilmiş tavuk
yedim; tadı çok güzel ama susatıcıydı. (Not Mina için tarifi
al.) Garsona sordum; buna paprika hendl dendiğini, ulusal bir
yemek olduğunu ve Karpatlar'da her yerde bulabileceğimi
söyledi. Çat pat Almancamın burada çok işe yaradığını
gördüm; işin doğrusu, bu kadarcık da olsa Almanca da
bilmeseydim ne yapardım, bilmiyorum.
Londra'dayken biraz boş zaman bulduğumda British
Museum'a6 gitmiş, kütüphanede, Transilvanya hakkındaki
kitapları ve haritaları karıştırmıştım; ülkenin bir soylusuyla
görüşeceğim için burası hakkında ön bilgi edinmenin
kaçınılmaz bir önemi olduğunu düşünmüştüm. İsmini verdiği
bölgenin ülkenin en doğu ucunda, Karpat Dağlan'nın
ortasında, Transilvanya, Moldavya ve Bukovma'nın7 yani üç
devletin tam sınırında (Avrupa'nın en yaban ve en az bilinen
kısımlarından biri) bulunduğunu öğrendim.
Bu ülkeyle ilgili olarak bizim ordu donatım tetkik
haritalarıyla8 kıyaslanabilecek bir harita bulunmadığından,
Drakula Şatosu'nun tam yerini veren herhangi bir harita ya da
çalışma bulamadım; ama ismini Kont Drakula'nın verdiği
karakol kasabası Bistritz'in oldukça iyi bilinen bir yer
olduğunu öğrendim. Yolculuklarımı Mina'ya anlatırken
buraya bazı notlar düşeceğim.
Transilvanya halkı, dört ayrı ulustan oluşuyor: Güneyde
Saksonlar ve bunlarla karışmış olan, Dacian'ların soyundan
gelen Wallach'lar; batıda Magyar'lar ve doğuyla kuzeyde
Szekely'ler.9 Ben Atilla ile Hunların soyundan geldiklerini
iddia eden Szekely'lerin arasına gidiyorum. Bu doğru olabilir
çünkü Magyar'lar on birinci yüzyılda ülkeyi fethettiklerinde
Hunların buralarda yerleşmiş olduğunu görmüşler. Dünya
üzerinde bilinen bütün batıl inançların, sanki hayali bir
girdabın merkezi gibi Karpatlar'ın oluşturduğu at nalının içine
toplandığını okudum; eğer böyleyse, çok ilginç bir ziyaret
olabilir. (Not: Kont'a bütün batıl inançları sormalıyım.)
Yatağım yeterince rahattı, ancak gördüğüm tuhaf rüyalar
yüzünden hiç iyi uyuyamadım. Bütün gece boyunca
penceremin altında bir köpek uluyup durdu; bununla bir ilgisi
olabilir; ya da paprika yüzünden olabilir, çünkü sürahimdeki
bütün suyu içtiğim halde hâlâ susuzluğum geçmemişti.
Sabaha karşı daldım ve kapımın durmadan vurulmasıyla
uyandım; demek ki o sırada derin bir uykudaymışım.
Kahvaltıda yine paprika, mamaliga dedikleri mısır unuyla
yapılan bir çeşit lapa ve impletata dedikleri, kıymayla
doldurulmuş patlıcandan10 yedim ki bu çok güzel bir yemekti
(Not: Bunun da tarifini al.) Kahvaltımı aceleye getirmek
zorunda kaldım; çünkü tren sekizden biraz önce kalkacaktı ya
da daha doğrusu öyle olması gerekiyordu. Yine de 7:30'da
apar topar istasyona gittikten sonra tren hareket edene kadar
bir saatten fazla bir süre vagonda oturmak zorunda kaldım.
Öyle ki, Doğu'ya doğru gittikçe trenler daha fazla rötar
yapıyor sanki. Kim bilir Çin'de nasıldır?
Bütün gün türlü türlü güzelliklerle dolu bir ülkede ağır
ağır ilerledik. Zaman zaman küçük kasabalar ya da eski
missal kitaplarında11 gördüklerimize benzer dik tepeler
üzerine kurulmuş şatolar görüyorduk; zaman zaman da her iki
yanlarındaki geniş, taşlı kenarlarından anlaşıldığı üzere büyük
sellere maruz kaldığı anlaşılan nehirler ve ırmaklar boyunca
ilerliyorduk. Bir ırmağın kıyılarından taşması için hem epeyce
su hem de güçlü bir akıntı gerekir. Her istasyonda her tür
kılıkta insan, bazen de kalabalıklar oluyordu. Kimileri tıpkı
bizim oralarda ya da Fransa ve Almanya'dan geçerken
gördüğüm köylüler gibiydi; kısa ceketler, yuvarlak şapkalar
ve ev yapımı pantolonlar giymişlerdi, ama kimisi de çok
değişikti. Kadınlar yanlarına yaklaşmadığınız sürece güzel
görünüyordu, ama belleri pek biçimsizdi. Hepsinin şu ya da
bu türden uzun, beyaz kollu gömlekleri vardı ve çoğu, bale
giysilerindeki gibi aşağı sarkan, üzerlerinde bir sürü şerit
bulunan büyük kemerler takmışlardı, ama elbette altlarında iç
eteklikleri vardı. Gördüğümüz en garip tipler; büyük kovboy
şapkaları, kocaman, bol, kirli-beyaz pantolonları, beyaz keten
gömlekleri ve her yerine pirinç çiviler çakılmış, neredeyse bir
ayak genişliğindeki kocaman, ağır deri kemerleriyle
diğerlerinden daha vahşi görünen Slovaklar'dı. Pantolonlarını
içine soktukları uzun çizmeler giyiyorlardı ve uzun, siyah
saçları, gür, siyah bıyıkları vardı. Çok değişik görünüyorlardı
ama ilgi çekici bir yanlan yoktu. Sahne üzerinde, eski Şarklı
harami çeteleri olarak görülebilirlerdi. Bununla birlikte bana
bunların oldukça zararsız oldukları, hatta kendi haklarını bile
savunamadıklan söylendi.
Çok ilginç, eski bir yer olan Bistritz'e vardığımızda
alacakaranlığın karanlık tarafındaydık. Hemen hemen sınırda
olduğu için -çünkü Borgo Geçidi buradan Bukovina'ya açılır-
çok fırtınalı bir geçmişi vardı ve kesinlikle bu geçmişin
izlerini taşıyordu. Elli yıl önce, bir dizi büyük yangın çıkmış
ve bunlardan beşi korkunç bir hasara neden olmuştu. On
yedinci yüzyılın başında, şehir üç hafta kuşatma altında
kalmış ve savaş kayıplarına ek olarak bir de açlık ve
hastalıktan dolayı toplam 13.000 kişi hayatını kaybetmiş.
Kont Drakula bana Golden Krone Oteli'ne gitmemi
önermişti ve ülkenin bütün âdetlerini elimden geldiğince
görmek istediğimden, tamamıyla eski tarzda bir otel bulmak
beni çok sevindirdi. Beni bekledikleri belliydi; çünkü kapıya
yaklaştığımda geleneksel köylü elbiseleri içinde -hem önünde
hem arkasında olmak üzere, neredeyse iffetli demlemeyecek
kadar dar, renkli kumaştan iki uzun önlük- şen şakrak, yaşlıca
bir kadınla karşılaştım. Yaklaştığımda başını eğdi ve şöyle
dedi: "Herr İngiliz?" "Evet," dedim, "Jonathan Harker." Kadın
gülümsedi ve onu kapıya kadar takip eden beyaz gömlekli
yaşlı bir adama bir şeyler söyledi. Adam gitti ve biraz sonra
elinde bir mektupla geri döndü.
Dostum, -Karpatlar'a hoş geldiniz. Sizi heyecanla
bekliyorum. Bu gece iyi uyuyun. Posta arabası, yarın saat üçte
Bukovina'ya doğru yola çıkacak; sizin için bir yer ayırttım.
Arabam sizi Borgo Geçidi'nde bekleyecek ve sizi bana
getirecek. Londra'dan buraya kadar yolculuğunuzun keyifli
geçtiğini ve benim güzel topraklarımda kalmanın hoşunuza
gideceğini umuyorum.- Dostunuz, Drakula.
4 Mayıs - Otel sahibinin de Kont'tan, arabada benim için
en iyi yeri ayırtmasını belirten bir mektup aldığım öğrendim;
ama ayrıntılar hakkında sorular sorduğumda biraz ağzı sıkı
çıktı ve Almancamı anlamıyormuş gibi davrandı. Bu doğru
olamazdı, çünkü o zamana kadar söylediklerimi son derece
iyi anlıyordu; en azından sorularımı anlıyormuş gibi
yanıtlıyordu. O ve karısı -yani beni karşılayan yaşlı kadın-
birbirlerine korkmuş gibi bakıyorlardı. Adam, paranın
mektupla gönderildiğini ve bütün bildiğinin bu olduğunu
geveledi. Ona Kont Drakula'yı tanıyıp tanımadığını ve bana
onun şatosuyla ilgili bir şeyler söyleyip söyleyemeyeceğini
sorduğumda hem o hem de karısı haç çıkardılar ve hiçbir şey
bilmediklerini söyleyerek daha fazla konuşmayı reddettiler.
Yola çıkma vakti çok yaklaştığından başka hiç kimseye bunu
soracak zamanım yoktu; her şey çok esrarengizdi ve hiç de
huzur verici sayılmazdı.
Tam ben yola çıkmadan önce yaşlı kadın odama geldi ve
isterik bir şekilde şunları söyledi:
"Gitmeniz şart mı? Ah, genç Herr, gitmeniz şart mı?" O
kadar heyecanlıydı ki, bildiği azıcık Almanca'yı da unutmuşa
benziyor; benim hiç bilmediğim başka bir dille karışık
konuşuyordu. Söylediklerini ancak bir sürü soru sorarak
anlayabildim. Ona hemen gitmek zorunda olduğumu ve
önemli bir işim olduğunu söylediğimde bu sefer:
"Hangi günde olduğumuzu biliyor musunuz?" diye sordu.
Mayısın dördü olduğunu söyledim. Kafasını iki yana
sallayarak:
"Ah, evet! Bunu biliyorum," dedi. "Bunu biliyorum! Ama
ne günü olduğunu biliyor musunuz?" Hiçbir şey
anlayamadığımı söyleyince devam etti:
"Aziz George gününün arifesindeyiz. Bu gece saatler gece
yansını vurduğunda dünya yüzündeki bütün kötü güçlerin
ortaya çıkacağını bilmiyor musunuz? Nereye gittiğinizi, ne
yaptığınızı biliyor musunuz?" Kadın felaket endişeliydi. Onu
rahatlatmaya çalıştım, ama bu bir işe yaramadı. En sonunda
dizleri üzerine çökerek bana gitmemem, hiç olmazsa bir iki
gün bekleyip öyle yola çıkmam için yalvarmaya başladı.
Bütün bunlar çok saçmaydı, ama yine de kendimi pek rahat
hissetmiyordum. Bununla birlikte, yapılması gereken işlerim
vardı ve hiçbir şeyin beni engellemesine izin veremezdim. Bu
yüzden kadını ayağa kaldırmaya çalıştım ve elimden
geldiğince ciddi bir tavır takınarak ona teşekkür ettiğimi, ama
görevimi yerine getirmemin şart olduğunu ve gitmek zorunda
olduğumu söyledim. Sonunda ayağa kalktı, gözlerini sildi ve
boynundan bir haç çıkararak bana uzattı. Ne yapacağımı
bilemiyordum, çünkü İngiliz Kilisesi'ne bağlı biri olarak12
bana bu tür şeylerin bir bakıma putperestlik olduğu
öğretilmişti, ama bu kadar iyi niyetli ve böyle bir ruh hali
içindeki yaşlı bir kadını reddetmek kabalık olurdu.
Yüzümdeki kararsızlığı görmüş olsa gerek ki, tespihi
boynuma astı ve "Annenizin hatırı için," diyerek odadan çıktı.
Günlüğün bu kısmını, elbette ki yine geç kalan arabayı
beklerken yazıyorum ve haç hâlâ boynumda. Yaşlı kadının
korkusundan mı kaynaklanıyor, bilmiyorum; ama içim pek
rahat değil. Bu defter, Mina'ya benden önce ulaşırsa, ona
vedam olsun. İşte araba da geliyor!
5 Mayıs. -Şato- Sabahın griliği geçti ve güneş uzaktaki
sivri karaltılarla dolu ufukta yükseldi; ufuk çok uzakta
olduğundan ve bu nedenle de büyük şeylerle küçük şeyler
birbirine kanştığı için bu sivri sivri şeylerin ağaç mı, tepe mi
olduğunu anlayamıyorum. Uykum yok ve uyanana kadar
kimse bana seslenmeyeceğinden doğal olarak uykum gelene
kadar yazacağım. Not edecek bir sürü tuhaf şey var ve bunları
okuyanlar Bistritz'den ayrılmadan önce çok ağır bir yemek
yediğimi sanmasınlar diye, yemekte tam olarak ne yediğimi
belirteyim: "Soyguncu bifteği" dedikleri basit bir yemekten
yedim -kırmızı biberle çeşnilendirilmiş ve Londra usulü,
ateşte kızartılmış jambon, soğan ve sığır eti! Şarap, dilde
tuhaf bir kekrelik bırakan, ama tadı fena sayılmayacak olan
Golden Mediasch idi. Bundan sadece birkaç bardak içtim ve
başka bir şey de yemedim.
Arabaya bindiğimde arabacı henüz yerini almamıştı ve
onun ev sahibesiyle konuştuğunu gördüm. Arada sırada bana
baktıklarına göre belli ki benim hakkımda konuşuyorlardı.
Kapının dışındaki bankta oturan birkaç kişi de -bunlara "laf
taşıyan" anlamına gelen bir isim veriyorlar- gelip onlan
dinlediler ve sonra bana baktılar -çoğunun yüzünde bir acıma
ifadesi vardı. Sık sık tekrarlanan birçok sözcük duydum; bu
sözcükler yabancı dillerdeydi, çünkü kalabalıkta birçok
ulustan insan vardı; bu yüzden çantamdan usulca çok dilli
sözlüğümü çıkardım ve bu kelimelerin anlamlarına baktım.
Beni neşelendirmediklerini söylemek zorundayım çünkü
sözcüklerin arasında Ordog - Şeytan, pokolhennem, stregöica-
ydı, biri Slovakça, öbürü de Sırpça olmak üzere ikisi de aynı
anlama; yani kurt adam ya da vampir anlamına gelen vrolok
ve vlkoslak vardı. (Not Bu batıl inançları Kont'a sormalıyım.)
Yola çıktığımızda, han kapısında toplanmış ve o ana dek
kayda değer bir derecede genişleyen kalabalıktaki herkes haç
çıkarıp iki parmaklarını bana doğru uzattı. Biraz güçlükle de
olsa yol arkadaşlarımdan birine, bunun ne anlama geldiğini
sordum; başta cevap vermeye niyeti yoktu, ama İngiliz
olduğumu öğrendikten sonra bu işaretin kem gözlere karşı bir
büyü ya da tılsım gibi bir şey olduğunu söyledi. Tam da
tanımadığım bir adamla buluşmak üzere bilmediğim bir yere
gitmek üzere yola çıktığım sırada, bu benim için pek de hoş
değildi; ama herkes öyle iyi kalpli, öyle mazbut ve öyle
anlayışlı görünüyordu ki, etkilenmekten kendimi alamadım.
Garip tiplerden oluşan kalabalığıyla hanın avlusunu son
Description:Avrupa’nın sınır bölgelerinden bir yerden gelen Kont Drakula, Viktorya Çağı İngiltere’sinde ortalığa dehşet saçar. Lanetli, denetlenemez olan bir güç, sarsılmaz görünen bir düzenin içine sızmıştır. Cinsiyet ayrımının, sınıflar ayrımı gibi mevcut toplumsal düzenin t