Table Of ContentAlper Kamu
Cehennem Çiçeği
Alper Canıgüz
APRIL Yayıncılık
1. Baba Yarısı, Vefasız Karısı
Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür.
Ben de beş yaşımın baharında, payıma düşen ölümlerden
nasiplenerekten yaşayıp gitmekteydim işte. Aylardan hep
kasım, günlerden hep perşembe olan ve saatin hep öğleden
sonra üçü gösterdiği kasvetli dünyamda, yemek masasının
altına büzüşmüş harakiri yapmanın inceliklerine dair resimli
bir kitabın sayfalarını çevirirken, sevgili validem her zamanki
gibi çamaşır yıkıyor ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa
mahallenin kedileri de yakaladıkları bir kuşu parçalıyordu.
Ortalama uğursuzlukta bir gündü anlayacağınız. Derken zil
çaldı. Felaketlerin kokusunu alma konusunda dünyanın en
yetenekli insanı olan annem çamaşır leğenini kenara fırlattığı
gibi bir solukta kapıda bitti. Gelen babamdı. Hiç konuşmadan
öylece duruyordu. Bir süre sessiz birbirilerine baktılar. Ben de
olduğum yerden sessiz onlara baktım. Sonunda annem, "Nebi
abi?" dedi ve babam hıçkırıklara boğuldu. Evimize yaptığı
ender ziyaretlerde, bana harçlık olarak her zaman tedavüldeki
en büyük parayı vermesi hasebiyle az çok sempatimi kazanan
Nebi amcamın ölüm haberini işte böyle almıştım. Kim bilir,
belki evimizi terk ettiği anda ilgili banknotu derhal anneme
teslim etmem gerekmese, ona derin bir sevgiyle bağlanmış
dahi olabilirdim? Netice itibarıyla insanın varlıkların en
yücesi olduğunu ben söylemedim, değil mi?
Babam güç bela kendini tuvalete attı. Beş dakika kadar sonra
dışarı çıktığında gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları ve
yüzü ıslaktı. Çok seviyordum onu. Zaman zaman keşke bunu
ona daha çok gösterebilsem diye düşünüyordum. Annemle bir
şeyler konuştuktan sonra ceketini sırtına geçirdi. Yanına
gidip, "Başın sağ olsun baba," dedim. Eğilip beni öptü. Bir
şey söylemedi. Sanırım ağzını açsa tekrar ağlayacaktı.
"Nereye gidiyorsun?"
"Hiç... Hiçbir yere yavrum," dedi annem ve üzülerek
belirtmeliyim ki bu, her zamanki sözlerinin mantığa uygunluk
ortalamasının fazla altında sayılmazdı.
Babam bir iki yutkunup, "Amcanın evine oğlum," dedi.
"Birkaç parça şey alacağım oradan."
"Ben de geliyorum," diyerek lastik ayakkabılarımı ayağıma
geçirdim.
Annem bir trajedi sahnelemeye hazırlanıyordu ki babam kaş
göz işaretiyle onu durdurdu. Ne de olsa kendisini daha önce
gecenin bir yarısı İstanbul'un bir ucundaki meyhanelere kadar
kovalamışlığım vardı ve kafama koyduğum şeyi, öyle ya da
böyle mutlaka yapacağımı biliyordu.
Babamla gezmeye çıktığımız birkaç sefer amcamın evine de
uğramıştık. Beyoğlu'nun izbe ara sokaklarından birindeki izbe
bir apartmanın en izbe dairesinde oturuyordu. Evin içi,
dışından bile daha berbat bir haldeydi. Bütün eşya, döküntü
birkaç parça mobilya ile kırk yıllık siyah beyaz bir
televizyondan ibaretti. Ortalığı öyle bok götürüyordu ki,
ancak açlıktan ölmek üzere olan bir fare, sevdikleriyle
helalleştikten sonra içeri adım atmaya cesaret edebilirdi.
Rutubet, bir astımlıyı tek nefeste ölmüşlerinin yanına
postalayabilecek düzeydeydi. Üstelik yoksul biri falan da
sayılmazdı amcam. Varlıklı değildi kuşkusuz ama iyi kötü bir
emekli maaşına sahipti ve kendine daha düzgün bir hayat
kurabilirdi. Peki neden böyle sefil bir hayat sürdürmeyi
seçmişti?
Anneme göre, aşk yüzünden.
Amcam, deli gibi âşık olduğu karısı Feriha birkaç yıl önce
kendisini terk edince hayata küsmüş, perişan olmuş. Annemin
anlattıklarına bakılırsa, evliyken amcamla yengemin dört
dörtlük bir hayatları varmış. Etiler'de harika bir evde
yaşıyorlarmış. Evleri her zaman tertemizmiş. Feriha yengem
temizliğe o kadar düşkünmüş ki, misafirler pis ayaklarıyla
evin olur olmaz yerlerini kirletmesinler diye halılarla onlara
bir yürüme yolu çizmiş. Evde ancak, sınırları halılarla
belirlenmiş bu daracık alanlarda yürüme imkânı
bulunuyormuş. Yengem evde basılmaması gereken yerlerin
altına mayın döşemediyse, bunun nedeni kan lekesinin çok
zor çıkmasıymış. Deterjan, çamaşır suyu ve leke çıkarıcı
donanımlı bu peri masalı herhalde biraz annemin harikulade
hayat tanımıyla ilgili. Her durumda, anladığım, bu ikisinin on
yıl kadar birlikte yaşamayı başarmış olduğu. Sonra bir gün
hangi nedenleyse aralarında bir kavga çıkmış ve amcam 'her
şeyi kendisini kapı dışarı eden yengeme bırakarak' evden
ayrılmış. Feriha bir süre sonra Laz bir müteahhitle evlenmiş.
Amcam da işte bir garip mecnun olmuş.
Amcamın yaşadığı –ve öldüğü– apartmanın kapısına varınca
babam kapıcının zilini çaldı. Epeyce bir bekledikten sonra
kapı otomatiğine basıldı ve biz de içeri girdik. Ufak tefek, kel,
bıyıklı kapıcı bize boka bakar gibi bakıyordu. "Eşyaları
almaya geldin herhalde," dedi apaçık bir küçümsemeyle.
"Ne eşyası?" dedi babam. "Evi göreceğiz."
Kapıcı bir şey söylemeden, fesuphanallah modeli bir iç
çekişle dairesine girdi. Evinin kapısını açık bırakmasına
bakılırsa bir ara avdet etmeyi de planlıyordu. Nitekim birkaç
dakika sonra elinde bir anahtarla tekrar karşımızdaydı.
Kafasıyla üst kata çıkan merdivenleri işaret ederken gereken
açıklamayı yaptı: "Şşüööö..." Ağır ağır üst kata güdülürken
neden bize bu kadar kızdığını da öğrenme şansımız oldu.
"Sağlığında hiç bakanı, ilgileneni yoktu zavallının. Arayıp
soran bir akrabası neyin... Biz de olmasak çoktan ölür giderdi
ya... Helali hoş olsun." Hakikaten dokunuyordu bu laflar
babama. Yüzünden anlayabiliyordum. Biraz daha uzatırsa
bayramlık ağzımı açacaktım çaresiz. Merdivenleri
konuşmadan çıkınca, vicdanımızın sesi kapattı artık çenesini
diye umutlanmıştım. Ne ki puşt en ağır saldırıyı en sona
saklıyormuş. Amcamın dairesinin kapısını açıp ışık
otomatiğine bastı ve kıllı parmaklarıyla zemini işaret etti.
Yerde, yarısı dairenin içine uzanan, yuvarlak kocaman bir
leke vardı. "Nah burada ölmüş," dedi. "Bunlar da kan kusmuk
lekesi. Bütün gün temizledim, bu kadar çıktı. Kan kaybından
gitmiş zaten zavallı... Bu devirde mide kanamasından adam
mı ölür? Biri olsa, kaldırsa hastaneye kurtulurdu ama..."
Babamın içeri adım atarken sendelediğini fark ettim. Yüzü
kireç gibiydi. Arkasından eve girip elimi hâlâ eşiğin diğer
tarafında duran kapıcının koca göbeğine dayadım. Herifçioğlu
darbenin bu kadar alçaktan geleceğini beklemiyordu besbelli.
Suratıma boş boş bakarken dairenin kapısını suratına çarptım.
Dünyadaki sefil varlığımın müsebbibi adamın elini tuttum.
"İyi misin baba?"
Babam zoraki gülümseyerek başını evet anlamında salladı.
Derin bir nefes alıp amcamın salonuna yöneldi. Peşinden
gittim. Perdeler kapalıydı. Muhtemelen, yıllardır. Odada
karşılıklı duran iki sedir, boş kitaplık, televizyon ve
televizyonun karşısındaki tek kişilik koltuk... Hiçbiri insanda
bir duygu uyandırmıyordu. Ya da sevgisizlik bir duyguysa, bu
evin insana hissettirdiği tek şey buydu. Bir barınak olmanın
dışında en ufak bir anlam taşımayan dört duvar. Amcamın bu
eve neredeyse bilerek kötü davrandığı gibi bir düşünce belirdi
kafamda. Belki de bu hayatını reddetmek, başka bir
türlüsünün mümkün olduğuna, hâlâ mümkün olabileceğine
dair bir umudu korumasını sağlıyordu. Kim bilir?
Babam, elleri pardösüsünün cebinde ortalığa şöyle bir
baktıktan sonra, herhalde ağladığını görmeyeyim diye hızlı
adımlarla evin iç kısmına yöneldi. Ben de onu rahatsız
etmemek için televizyonun karşısındaki koltuğa çöktüm.
Koltuğun hemen yanıbaşındaki küçük sehpanın üzerinde bir
votka şişesi duruyordu. Böyle durumlarda çoğunlukla şişenin
yarısının boş olduğunu düşünme eğilimi taşısam da, söz
konusu alkolken diğer tarafa yoğunlaşmaktan alamıyordum
kendimi. Şişenin kapağını çevirip ucuz votkayı kafama
dikledim. Ağzım dilim cayır cayır yandı ama çivi çiviyi söker
deyip bir yudum daha aldım. Babamın biralarının dibinde
kalanları gizlice dikleye dikleye, ciddi bir alkol alışkanlığı
edinmeye başlamıştım galiba.
Biraz demlendikten sonra kalkıp içeri göz attım. Babam,
amcamın yatak odasındaki komodinlerin çekmecelerine
bakıyordu. Ben de ağır ağır antreye yürüdüm. Antredeki tek
mobilya çift kanatlı, eski, kocaman bir gardıroptan ibaretti.
Gardırobun kapılarını iki yana açtım ve gördüğüm manzara
karşısında küçük bir şaşkınlığa kapıldım. Hepsi çok eski
olmakla birlikte, hayli şık takım elbiseler, armalı ceketler,
fularlar, eksantrik gömlekler... Hiç, böyle bir evde yaşayan
birinin sahip olabileceğini düşüneceğiniz türden giysiler
değildi bunlar. Doğrusu sırf bu gardıroba bakan biri rahatlıkla,
mezarına haber gitmesin, rahmetlinin eski pezevenklerden
olduğuna hükmedebilirdi. Gömleklerden birkaçı benim de
hoşuma gitmişti açıkçası ama bir gün o boyutlara
ulaşabileceğime dair pek umudum yoktu, o yüzden hepsini
olduğu yerde bırakmaya karar verdim.
Askılığın üstündeki rafta duran materyal, öte yandan, ilginç
olabilirdi. Gardırobun alt kısmındaki çekmecelere tırmanıp
yukarıda ne var ne yok diye incelemeye giriştim. Dikkatimi
ilk çeken, siyah ciltli, eski kitaplar oldu. Birkaçının sırtını
çevirip isimlerini okudum. Pardayan Engizisyona Karşı,
Pardayan'a Karşı Fausta, Pardayan'ın Aşkı... Hızla ciltleri
saydım. Tam on tane. Muhtemelen Pardayanlar'ın en eski,
Türkçe basımıydı bu, hem de eksiksiz halde. Benim
olacaklardı. Amcamın ruhuna sevecen bir küfür salladıktan
sonra gözümü ganimetin geri kalanına çevirdim. Bir yığın
eski plağın ve ne idüğü belirsiz bazı aksesuarların arkasındaki
küçük poşete uzandım güçlükle. Zımbırtıyı kapıp gardıroptan
aşağı atladım. Poşetin içi tıka basa, amcama ait eski
fotoğraflara doluydu. Fotoğrafların yanında bir de alyans
vardı. Amcamın evlilik yüzüğü. Hayatının aşkı Feriha'dan
kalan tek hatıra olmalıydı bu.
O ara babam elinde bir dergi yığınıyla yanımda bitiverdi.
Onlar nedir diye sormak üzereydim ki, hepsinin seks dergisi
olduğunu fark ettim. Belli ki, bunların amcamın evinde
bulunmasını istemiyordu. Ne düşünceli adamdı şu benim
babam. Gardırobun yanına sıkıştırılmış naylon torbalardan
birini kapıp uzattım ona. "Elindekileri buna koy istersen."
Babam içeriklerini bana göstermemeye çalışarak dergileri
torbaya tıkarken, "Şimdi ne yapacağız?" diye sordum.
"Kapıcıyla bir konuşacağım," dedi omuz silkerek. "Borcu
falan varsa amcanın, onları halletmek lazım."
"Eşyalar?"
"Kapıcıya bırakırız."
"Bunlar amcamın fotoğrafları," dedim elimdeki poşeti
göstererek. "İzin verirsen almak istiyorum."
"Alalım tabii. İyi düşünmüşsün."
"Bir de şunlar var," dedim. "Eski plaklar ve kitaplar. Onları da
alalım, olmaz mı?"
"Olur."
İşte böyleydi. Elli küsür yıllık bir hayattan geriye miras, iki
adi poşet kalmıştı elimizde. Biri, en yakındaki çöplüğe
atılmak üzere.
Çıkışta kapıcı bizi ilkin yine buz gibi karşıladıysa da,
babamın kalan eşyaları kendisine bırakacağını öğrenince tavır
değiştiriverdi birden. Tabii onca iş güç arasında insanın
başkalarına ayıracak vakit bulamamasının ne kadar doğal
olduğundan, zaten kendisinin de, Allah affetsin ama, zaman
zaman çileden çıkıp öz anasını nasıl dövdüğünden falan dem
vurmaya başladı. Allah'ın belası.
Mahalleye döndüğümüzde, baktım kopuk arkadaşlarım
Güzelyayla Apartmanı'nın önünde kümelenmiş; biraz sokakta
takılmak istediğimi söyleyerek babamı eve yolladım. Yakın
çevrem tam takım hazırdı. Kansız Celal, Cemalettin ve
Burhan. Bunların hepsi birkaç yaş büyüktür benden ve
birkaçını pataklamışlığım olmasa ölseler beni aralarına kabul
etmezler. Neyse ki hayatta en çok orman kanununa saygı
duyan güzel insanlardır hepsi.
Can yoldaşlarımı bu saatte futbol ya da misket oynarken ya da
birbirilerinin canına kast ederken değil de normal insanlar
gibi oturmuş konuşurken görmek tuhafıma gitmişti.
"Hayrola," diye girdim lafa. "Savaş planı falan mı
yapıyoruz?"
Kendisini askeri mevzuların direkt muhatabı gören Burhan,
"Hayır," dedi. "Şu aralar bütün komşularımızla ateşkes
halindeyiz. Ama tabii tetikte olmak lazım. Hiçbirine
güvenilmez bu orospu çocuklarının. Bilhassa Paris
Mahallesi'nin bir baskın hazırladığından kuşkulanıyorum.
Talimleri aksatmamak lazım yani..."
Bıraksam sabaha kadar konuşacaktı manyak. "Mesele nedir
öyleyse?" dedim.
"Öff," diye suratını ekşitti Cemalettin. "Ne kokuyorsun sen
böyle leş gibi?"