Table Of ContentClive Cussler
İnka Altını
Başlangıç
Milattan Sonra 1533 Unutulmuş bir Deniz
GÜNEYDEN geldiler. Sabah güneşiyle birlikte. Pırıl pırıl denizin üzerinde
ilerlerken, göllerdeki seraplar gibi titrek bir görünüm yansıtıyorlardı.
Sallardan oluşan filonun dikdörtgen biçiminde kesilmiş, pamuklu kumaştan
yelkenleri, koyu mavi ama sakin gökyüzünün altında cansızdı. Tayfalar
küreklerini esrarlı bir sessizlik içinde suya daldırıp çıkarırken hiçbir komut
duyulmuyordu. Tepede bir atmaca dönüp yükseliyor, sanki dümencileri iç
denizin orta yerinden fışkırmış gibi görünen çıplak adaya doğru
yönlendiriyordu.
Sallar birbirine tutturulmuş kamış demetlerinden yapılmış, uçları yukarıya
doğru kıvrılmıştı. Bu demetlerin altı tanesi bir sal oluşturmuş, sonra kenarlar
ve kirişler bambuyla sağlamlaştırılmıştı. Yükselen burun ve kıç, köpek başlı
yılan biçimindeydi. Aydedeye uluyormuş gibi kalkık duran başta, çene hafif
aralıktı. Filonun komutanı olan kişi, en öndeki salın sivri burnuna konmuş taht
gibi bir sandalyede oturmaktaydı. Pamuklu bir tunik giymişti. Üzerinde turkuaz
pullar işliydi. Sırtına renk renk işlemeli bir pelerin atmıştı. Başını tüylü bir
miğfer, yüzünü de altın bir mask örtüyordu.
Kulaklarındaki çeşitli süsler, boynundaki kocaman gerdanlık, kollarının
yukarılarına kadar çıkan bilezikler, güneşin altında sarı sarı parlıyordu.
Pabuçları bile altından yapılıp biçimlendirilmişti. Bu görünümü daha da
şaşırtıcı kılan şey, tayfaların süsünün de ondan pek geri kalmayışıydı.
Denizin çevresine yayılmış verimli topraklarda yaşayan yerli toplum, bu
yabancı filo kendi sularına girerken korku ve dehşet içinde bakıyorlardı.
Ülkelerini bu işgalcilere karşı korumak gibi herhangi bir girişimde
bulunmadılar. Basit insanlardı bunlar. Avlanır, tuzakla tavşan yakalar, balık
tutar, tohumlu bitkilerle fıstık türü ürünler toplarlardı. Çok eski bir kültürleri
vardı. Doğuda ve güneyde yaygın imparatorluklar kurmaya kalkan komşularına
benzemezlerdi. Tanrılara koca koca tapınaklar dikmeden, sessizce yaşar ve
ölürlerdi. Şu anda da suların üzerinde sergilenen o zenginlik ve güç gösterisini
hayranlıkla izlemekteydiler. Gelen filoyu, ruhlar dünyasından çıkma savaşçı
tanrıların, bir mucize sonucu görünür hale dönüşmesi olarak yorumlamışlardı.
Esrarengiz yabancılar kıyılara biriken insanlara hiç aldırış etmeden, çala kürek
kendi hedeflerine doğru ilerlediler. Kutsal bir görevleri vardı onların.
Akıllarını dağıtabilecek şeyleri görmezden geliyorlardı. Teknelerini çok
kararlı biçimde yönlendiriyorlardı. Kıyıdaki seyircilerine bakmak için bir
tanesinin bile başı yana dönmedi.
Deniz yüzünden 200 metre yükselen, üzeri kaya dolu, dağa benzer adacığa
doğru gitmekteydiler. Boştu o ada. Üzerinde pek bitki de yoktu. Kıyıda yaşayan
insanlar orayı "ölü dev" diye bilirlerdi, çünkü alçak dağın doruğu, uykuya
yatmış bir kadının vücudunu hatırlatacak biçimdeydi. Güneş de ona garip bir
ışık vererek katkıda bulunuyordu. Çok geçmeden süslü tayfalar teknelerini
adanın ufacık kumsalında karaya oturttular. Çakıllı bir kumsaldı, arkası da dar
bir boğaza doğru giriyordu. Doğaüstü hayvanların koca koca figürleriyle süslü
yelkenler indirildi. Bu simgeler de seyreden yerlilerin o sessiz korkusunu ve
saygısını beslemekteydi. Yabancılar kamıştan örülen sepetleri, seramik küpleri
teknelerden kumsala indirmeye koyuldular.
Upuzun gün boyunca, yükler çok büyük, ama çok düzenli bir küme halinde
yerleştirildi. Akşam olup güneş batıya doğru düştüğünde, ada artık karanlıkta
görünmez olmuştu. Ama ertesi gün şafak sökerken, yabancı filo hala adanın
kıyısındaydı, koca yükler de yerinden kıpırdatılmamıştı.
Adanın tepesinde taş işçileri koca bir kayayla uğraşıyor, harıl harıl
çalışıyorlardı. Altı gün, altı gece boyunca ellerinde tunç çubuklar ve sivri
çekiçlerle uğraştılar, kaya yavaş yavaş hırçın bir kanatlı pars biçimine
dönüştü. Yılan başlı bir pars. Son kesme ve yontmalar bittiğinde iğrenç
yaratık, yontulduğu kayadan atlamaya hazırmış gibi görünüyordu. Taşçılar
işlerini görürken, sepetlerden ve küplerden oluşan yükler de kıyıdan yavaş
yavaş içeriye taşınmış, kumsalda hiçbirinin izi kalmamıştı. Derken bir sabah
yerli halk uyanıp adaya baktığında orayı boş buldu. Güneyden gelen esrarengiz
insanlar filolarıyla birlikte yok olmuş, gece karanlığında yelkenlerini açıp
gitmişlerdi. Orada yalnızca o yılan başlı pars kalmış, küçük iç denizin
ötelerindeki uçsuz bucaksız toprakları, tepeleri, dişlerini göstererek
seyrediyordu. Yerlilerin duyduğu merak kısa zamanda korkularına üstün geldi.
Ertesi gün öğleden sonra, kıyıdaki en büyük köyden dört erkek, önce
cesaretlerini artıracak sihirli iksirden içtikten sonra bir kanoya atlayıp
küreklere asıldılar, adayı incelemeye gittiler. Kıyıdakiler onların küçük plaja
çıkıp dağın içine giren boğazda kayboluşunu gözleriyle izlediler. Dostları ve
akrabaları o gün akşama kadar, ertesi gün de uzun süre onların dönmesini
kaygıyla bekledi. Ama o dört adamı bir daha gören olmadı. Kumsala
bıraktıkları kano bile gözden kaybolmuştu.
Yerel halkın ilkel korkusunu, o sırada patlayan fırtına büsbütün artırdı.
Gökyüzü kimsenin hiç görmediği kadar kararırken, güneş de gözünü son bir iki
kere kırpıp kayboldu. Korkunç karanlığa, korkunç çığlıklar atan rüzgar eşlik
ediyor, deniz köpürerek kabarıyor, kıyı köylerini harap ediyordu. Sanki
göklerde bir savaş patlamıştı. Kıyılar inanılmaz bir öfkeyle dövülüyordu.
Yerliler artık yılan başlı parsın gökyüzü ve karanlık tanrılarını da peşine
takarak onları meraklarından ötürü cezalandırmaya kalktığından emin
olmuşlardı. Adaya çıkacakların lanetleneceğine ilişkin bir şeyler fısıldaşıp
duruyorlardı.
Derken fırtına, nasıl apansız çıktıysa, yine öyle apansız ufka doğru
yuvarlanıp gitti, rüzgar da yerine şaşırtıcı bir sessizlik bırakarak öldü. Güneş
eski sakin haliyle denizin üzerinde pırıl pırıl parlamaya başladı. Ardından
martılar ortaya çıktı, doğu kıyılarına vurmuş bir şeyin tepesinde dönüp
dolaştılar. İnsanlar plajın ıslak kumlarında yatan o şeyi görünce kuşkuyla
yaklaşıp sonra durdular, ardından bir daha harekete geçip yanına sokuldular,
eğilip onu incelediler. Bunun güneyden gelen yabancılardan birinin cesedi
olduğunu görünce şaşkınlıktan solukları boğazlarına tıkandı. Üzerinde yalnızca
işlemeli bir tunik vardı. Altın mask, miğfer ve bilezikler yok olmuştu. Bu
karanlık olayın tanıkları, cesede şok içinde baktılar. Esmer derili, simsiyah
saçlı yerlilere hiç benzemeyen bu adamın derisi bembeyaz, saçları sarıydı.
Görmeden bakan gözleri ise masmaviydi. Ayağa kalksa, kendisini
inceleyenlerden en az yarım kafa daha uzun olurdu. Korkudan titreyerek, onu
incitmeksizin kaldırdılar, bir kanoya götürüp içine yatırdılar. Sonra en
cesurlardan iki kişi seçildi, cesedi adaya götürmekle görevlendirildi. Kumsala
varınca cesedi çabucak oraya bırakıp son hızla kürek çekerek geri döndüler.
Bu inanılmaz olayın tanıkları öldükten yıllar sonra bile, o beyaz adamın
iskeleti hala adanın kumsalında görülebiliyor, sanki meraklı yabancıları
adadan uzak durmak üzere uyarıyordu.
Altın savaşçıların koruyucusu olan kanatlı parsın, kendi yuvasına ayak basan
meraklıları yediği fısıldanıyordu. Hiç kimse adaya çıkıp onun öfkesini
coşturma cesaretini göstermez olmuştu. Adanın esrarengiz bir niteliği, hemen
hemen hayalet gibi bir etkisi vardı artık. Kutsal bir yer olmuştu orası. Ondan
ancak fısıltıyla söz ediliyor, hiç kimse, hiçbir zaman oraya gitmeye
kalkmıyordu.
Kimdi o altın adamlar? Nereden gelmişlerdi? Neden yelkenlileriyle bu iç
denize girmişler, burada ne yapmışlardı? Tanıklar ne gördülerse onu kabul
etmek zorundaydılar. Açıklama yapmak mümkün değildi. Hiç kimse fark
etmeden, birtakım efsaneler doğdu. Çok sonra, çevredeki arazi bir dizi
depremle sarsıldığı, kıyı köyleri mahvolduğu zaman, daha büyük destanlar
doğdu. Beş günün sonunda yerin titremeleri durduğunda, iç deniz de yok olmuş,
bir zamanlar kıyı olan yerlerde kalın bir örtü halinde deniz kabuklarını öylece
bırakıp çekilmişti.
Yelkenle gelen esrarengiz yabancılar çok geçmeden dinsel geleneğe sızdılar,
tanrılaşıverdiler. Zaman geçerken onların nasıl birdenbire ortaya çıkıp sonra
birdenbire gözden kaybolduğu anlatılmaya başlandı. Onlar da bir doğaüstü
folklorunun parçası olarak kuşaktan kuşağa aktarılmaya başlandılar. Anlatanlar
kendilerini, ikide bir açıklanamayan olayların yer aldığı perili bir diyarın halkı
saymaktaydılar.
Tufan
1 MART 1578 Peru'nun Batı Kıyısı
Kaptan Juan de Anton, tipik bir Kastilyalı gibi yeşil gözlü, özenle
biçimlendirilmiş siyah sakallı, asık yüzlü bir adamdı. Peşlerinden gelmekte
olan acayip gemiye dürbünüyle bakıp kaşlarını hafif bir şaşkınlıkla kaldırdı.
Bu bir rastlantı mı, yoksa planlı bir saldırı mı, diye düşünüyordu.
Callao de Lima'dan yola çıkıp yolculuğun bu bölümüne başladıklarında, de
Anton yol üstünde Panama'ya giden başka hazine kalyonlarına rastlamayı hiç
beklememişti. Kendi görevleri, Panama'ya varınca kralın hazinelerini katırlara
yükleyip Atlas okyanusu kıyısına geçirmek, oradan Seville'e kalkan gemilerden
birine yüklemekti. Kendisini izlemekte olan gemiye baktığında, bordasının
biçiminde bir Fransız havası seziyordu. Eğer kendisi şu anda Karaiplerdeki
ticari rotalardan İspanya'ya doğru gidiyor olsa, başka gemilerle hiç ilişki
kurmazdı. Ama o anda arkadaki geminin direğine çekilen kocaman bayrak,
kuşkularını bir dereceye kadar yatıştırdı. Rüzgarda savrulup duran bayrak tıpkı
kendi gemisindeki gibiydi. Beyaz zemin üzerine canlı bir kızıl haç. On altıncı
yüzyıl İspanyol bayrağı. Ama içinde yine de hafif bir tedirginlik vardı. De
Anton, ikinci kaptanı Luis Torres'e döndü. "Ne diyorsun, Luis?" Torres uzun
boylu, temiz traşlı bir Galiçyalıydı.
Omuzlarını kaldırdı. "Altın kalyonu olamayacak kadar küçük. Herhalde
şarap tacirlerinden biri Valparaiso'dan kalkmış, bizim gibi Panama'ya
gidiyordur."
"İspanya'nın düşmanı olabilir mi dersin?"
"Olanaksız. Düşman gemilerin hiçbiri o labirent gibi Macellan Boğazı'ndan
geçme tehlikesini göze alıp bu tarafa varmış değil."
De Anton rahatlayarak başını salladı, bunu onayladı. "Fransız ya da İngiliz
olmalarından korkmamız için bir neden kalmadığına göre, bari selamlayalım
onları." Torres dümenciye emirleri verdi, o da rotasını topların durduğu
güverteden, üst güverteyi ayakta tutan iki direğin arasından gördü, uzun şaftın
üzerinde hareket ederek salmaları çeviren düşey kola yüklendi. İspanyol
hazine gemileri armadasının en büyük ve en görkemli gemisi Nuestra Senora
de la Concepcion, iskele tarafına hafif eğilerek dönüşünü yaptı, burnu
güneybatıya çevrili durumda bitirdi. Dokuz yelkeni doğudan esen rüzgarla
dolmuş, geminin 570 tonluk ağırlığını kabaran dalgalar üzerinde rahatça
götürüyordu.
Tüm görkemli çizgilerine, kabartmalı bezemelerine, iki yanına boyanmış
renkli desenlere rağmen, aslında yiğit bir gemiydi bu kalyon. Denize elverişli
bir yapısı vardı. Çağının okyanus aşan gemileri arasında, işin en çoğunu
yüklenendi. Gerekirse ambarlarındaki değerli hazineleri savunmak için
karşısına çıkabileceklerin hepsiyle kapışabilecek güçteydi.
İlk bakışta hazine kalyonu, ağzına kadar silah dolu, ürkütücü bir savaş
gemisi havasındaydı. Ama ona içinden bakanlar, ticaret gemisi olduğunu
kolayca anlayabilirlerdi. Top güvertesinde elli tane topa yer vardı. Ama güney
denizlerinin sırf kendilerine ait olduğu yolundaki İspanyol inancının verdiği
rehavetle, hiçbir gemilerine hiçbir yabancı ülke gemisinin saldırmamış
olduğunu bilmekten gelen rahatlıkla, Concepcion bu yolculukta hafif silahlıydı.
Daha çok yük taşıyabilmek için ağırlığı azaltmak istemişler, ona yalnızca iki
top yüklemişlerdi.
Kaptan de Anton kendi gemisinin tehlikede olmadığından emin, küçük
taburesine oturup hızla yaklaşan öbür gemiye dürbünüyle bakmayı sürdürdü.
İşi garantiye bağlamak için adamlarına savaşa hazır olmalarını söylemek
aklının ucundan bile geçmedi.
Selamlamak üzere döndüğü geminin aslında Golden Hind, kaptanının da
İngiltere'nin o yenilmez deniz kurdu Francis Drake olduğunu bilmediği gibi,
sezemiyordu da. Drake o sırada kendi gemisinin kaptan köprüsünde durmuş,
teleskopunu gözüne kaldırmış, kan izine düşmüş köpek balığının o soğuk
gözleriyle de Anton'a bakmaktaydı. Dişleri arasından, "Bizi selamlamak için
dönmesi ne büyük bir nezaket," diye mırıldandı. Boncuk gözlü, koyu kızıl,
kıvırcık saçlı, ama açık kumral sakallı bir adamdı. Sarkık bıyıklarının altında
sakalı, çenesinin altına inip orada sipsivri bitiyordu. Golden Hind’in seyir
subayı Thomas Cuttill, "İki haftadır peşinden koştuğumuza göre, o kadarını
yapsın bari" dedi. "Öyle, ama bu avı kovalamaya değerdi."
Pasifiğe çıkan ilk İngiliz gemisi olma onurunu taşıyan Golden Hind, daha
önce ele geçirdiği İspanyol gemilerinden aldığı altın ve gümüşlerle, küçük bir
sandık dolusu değerli taşlarla, çok özel keten ve ipek kumaşlarla yüklü
durumdaydı. Eski adı Pelican olan Golden Hind, dalgaların üzerinden, tilkiyi
kovalayan tazı gibi aşıyordu. Sağlam gemiydi. Boyu 31 metre, tonajı 140'tı.
Emre iyi uyan, kıvrak bir özelliğe sahipti. Gövdesiyle direkleri pek yeni
sayılmasa da, Plymouth'da uzun süre onarımdan geçtikten sonra, otuz beş ay
sürecek ve 55.000 kilometre yol aşmasını gerektirecek dünya yolculuğuna
hazır duruma gelmişti. O sırada, çağının en büyük denizcilik epiklerinden
birini yazmakla meşguldü.
Cuttill, "Yolunu kesip İspanyol çakallarını şaşırtmak mı istiyorsunuz?" diye
sordu. Drake teleskopunu gözünden indirdi, başını iki yana salladı, sonra
gülümsedi. "Nezaket kurallarına uyacaksak, biz de onları kibar kibar
selamlamalıyız," dedi. Cuttill, aşırı atak komutanına anlamaz bakışlarla
bakıyordu. "Ama ya savaşmaya hazırlanmışlarsa?"
"Sanmam, çünkü kaptanı herhalde bizim kim olduğumuzun farkında bile
değildir."
"Boyu bizim iki katımız," diye direndi Cuttill. "Callao de Lima'da
yakaladığımız denizcilerin söylediği doğruysa, Concepcion'da topu topu iki
tanecik top var. Hind’in topları on sekiz tane."
"İspanyol'du onlar ama!" Cuttill bunu tükürür gibi söylemişti.
"İrlandalılardan beter yalancı olurlar."
Drake burundan yaklaşmakta olan ahmak gemiyi parmağıyla gösterdi.
"İspanyol kaptanlar savaşmaktansa kaçmayı yeğlerler," diye hatırlattı
yardımcısına. "Öyleyse uzak durup top ateşi açmak, onu boyun eğmeye
zorlamak daha iyi değil mi?"
"Topa tutup onca ganimetle batırma tehlikesini göze almak akıllılık olmaz."
Drake elini Cuttill'in omzuna pat pat vurdu. "Korkma, Thomas. Kurnaz bir plan
uygularsam, hem barutumuzu harcamamış oluruz, hem de iyi bir kavgaya
susamış bekleyen adamlarımıza bir şans tanımış oluruz."
Cuttill anlamış, başıyla onaylıyordu. "Yani rampa edip o gemiye mi
atlayacağız?" Drake de başını salladı. "Daha onlar kolunu kıpırdatamadan
güvertelerine girmiş oluruz. Henüz haberleri yok, ama kendi kurdukları tuzağa
doğru geliyorlar." Öğleden sonra üçü biraz geçe, Nuestra Senora de la
Concepcion dönüşünü bitirmiş, burnunu yine kuzeybatıya çevirmiş, Golden
Hind’e paralel bir rota üzerinde, ona hafifçe yanaşarak ilerliyordu. Torres
merdivenden ön güverteye tırmandı, karşı gemiye seslendi. "Siz hangi
gemisiniz?"
Drake'in Brezilya açıklarında ele geçirdiği Portekiz gemisinin subaylarından
Numa de Silva, İspanyolca cevap verdi. "San Pedro de Paula. Valparaiso
limanından." Bu da Drake'in üç hafta önce ele geçirdiği geminin adıydı."
İspanyol denizcisi kılığındaki birkaç adamın dışında, Drake'in askerleri alt
katta saklıydılar. Silahlı ve zırhlıydılar. Kılıçları, pistolları, hançerleri,
mızrakları hep tamamdı. Güvertedeki sağlam iplere çekme kancaları takılmıştı.
Okçular direklerin tepesinde mevzilerini almışlardı. Drake güverte
kavgalarında ateşli silaha izin vermezdi. Çünkü yelkenler kolayca tutuşabilirdi
o zaman. Ama zaten yelkenler toplanmış, kimsenin görüş alanını tıkamasın diye
bağlanmıştı. Drake hazırlıkların tamam olduğunu görünce rahatladı, saldırı
anını sabırla beklemeye koyuldu. İngilizlerin seksen sekiz kişi olması, İspanyol
gemisindeyse iki yüz adam bulunması onu hiç rahatsız etmiyordu. Böyle
sayısal üstünlükleri görmezden gelişi ilk değildi. Manş denizinde İspanyol
Armadasına karşı yapacağı tarihi savaşın gününe henüz vakit vardı. De Anton,
dost ve düzenli bir görünümü olan karşı gemide kuşku çekecek hiçbir faaliyet
göremiyordu. Tayfalar görünüşe göre kendiişleriyle meşguldüler.
Concepcion'a, aşırı bir merak gösterdikleri yoktu. Kaptanın rahat bir tavırla
parmaklığa yaslanmış, kendisini selamlamakta olduğunu görüyordu. Çok
masum bir hali vardı yaklaşan geminin. Giderek dev hazine kalyonuna
sokulmaktaydı. İki gemi arasındaki uzaklık 30 metreye inince, Drake belli
belirsiz bir baş hareketiyle işaret verdi, gemisinin top güvertesinde saklanmış
en nişancı adam tüfeğini ateşledi, Concepcion'ın dümencisini göğsünden
vurdu. Ardından direklerdeki nişancılar, yelkenlerle uğraşan İspanyolları birer
birer avlamaya koyuldular. Kalyonun dümeni boş kalıp gemi kontrolden
çıkınca, Drake kendi dümencisine Hind'i diğer gemiye rampa ettirmesini
emretti.
İki gemi çatırtılar çıkararak borda bordaya geldiklerinde Drake kükreyerek,
"Kraliçe Elizabeth ve İngiltere adına, alın şu gemiyi, çocuklar!" diye haykırdı.
Kancalar hemen atıldı, Concepcion'un güverte parmaklığını çatırdayarak
kavradı, iki gemiyi bir ölüm kucaklaşması içinde birleştirdi. Drake'in adamları
deliler gibi bağırarak kalyonun güvertesine sıçradılar. Bandocular da
davullara vurarak, boruları çalarak, yaratılan terör havasına katkıda
bulunuyorlardı. Şaşkına dönen İspanyollar, üstlerine yağan tüfek mermileri ve
oklar karşısında, şok içinde donup kalmışlardı. Başladıktan birkaç dakika
sonra bitmişti olay. Kalyonun kadrosunun üçte biri ölmüş ya da yaralanmıştı.
Hem de kendilerini savunmak için bir tek el bile ateş etmeden. Kafaları
karışmış durumda kendilerini diz üstü yere atıp Drake'in adamlarına teslim
oldular. İngilizler onları bir kenara itip hemen alt kata saldırdı.
Drake, Kaptan de Anton'a koştu. Bir elinde tabancası, öbüründe kılıcı
hazırdı. "İngiltere Kraliçesi Elizabeth adına, teslim ol!" diye haykırdı. De
Anton olup bitenlere inanamaz durumda boyun eğdi. "Teslim!" diye bağırdı o
da. "Adamlarıma acı."
Drake, "Benim vahşilikle işim yok," diye bilgi verdi ona.
İngilizler kalyonun kontrolünü ele alırken, ölüler denize atıldı, sağ kalanlar
da yaralılarla birlikte ambarlardan birine kapatıldı. Kaptan de Anton'la
subayları, iki gemi arasına atılmış iskeleden yürütülerek Golden Hind'e
alındılar. Sonra Drake, esirlerine her zaman gösterdiği nezakete uygun olarak,
Kaptan de Anton'a gemiyi kendisi gezdirdi. Ardından kalyonun tüm subaylarına
bir gala yemeği verdi. Bir kenarda yaylı sazlarıyla konser vermekte olan küçük
orkestra bile eksik değildi. Masalarda gümüş takımlar, yeni ele geçirilmiş
İspanyol şaraplarının da en güzelleri. Daha yemek bitmeden, Drake'in
denizcileri her iki geminin burnunu batıya çevirmiş, İspanyol gemilerinin gidip
geldiği güzergâhtan uzaklaşmışlardı. Ertesi sabah yelkenlerin bazılarını
kapayıp hızı düşürdüler, ama yine de dalgalara karşı ilerlemeyi
sağlayabildiler. Dört gün boyunca Concepcion’daki o inanılmaz hazineleri
Golden Hind'e taşıyıp durdular. Taşman malların arasında on üç çekmece
Description:Selamlamak üzere döndüğü geminin aslında Golden Hind, kaptanının da Altın zırha işlenmiş desenlerin deşifre edilmesi gerek. Kolay iş değil.'*.